Tasavvufda `VAHDET-İ VÜCUT` ve `ENE-L HAK` ile Kuantum Fiziği İlişkisi
Müslümanlıkta Milâdi 9. asrın sonlarına doğru mezhepler ortaya çıkmış olup, mezheplerden sonra yavaş yavaş Tasavvufçular (sufiler) ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha önceleri İslam'da Sufilik diye bir akım söz konusu değildir.
Sufi kelimesinin kaynağı hakkında pek çok tartışma ve araştırma yapılmış olup, çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşlerin en muhtemeli, Sufi kelimesinin "yün" manasına gelen "Sûf"dan çıkmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle Sufi, Sûf (yün) elbise giyen kimse anlamında kullanılmaktadır. Çünkü o zamanlar büyük nebilerin çoğu yünden yapılmış elbise giyiyorlardı.
Diğer bir görüşe göre de, Sufi kelimesi Yunanca 'da akıllı anlamına gelen "sophos" veya Arapça'daki "Safa" ve "Suffa" kelimelerinden ortaya çıktığıdır.
Rivayete göre, Müslümanlar arasında ilk Sufi adını alan kimse hicri ikinci yüzyılın ortalarında (miladi 8. yüzyıl) ortaya çıkmış olan Ebû Haşim'dir. Bu zat Suriye'de Remle yerleşkesinde Sufilerin ilk zaviyesini kurmuştur. Ebû Haşim'in miladi 767 yılında ölmüş olması dışında, bu zat hakkında fazla bir bilgi yoktur. Bu zatın hakkında fazla bir bilgi olmaması ve geride eserler bırakmaması nedeni ile ilk Sufi olması ihtimali çok zayıf görülmektedir. Ancak Ebû Haşim'in çağdaşı olan Süfyan-ı Sevri verdiği eserler ve tanınmışlığı itibari ile ilk Sufiliğin en büyük adayıdır. Bu zatta miladi 777 yılında ölmüştür.
Tasavvufla uğraşan pek çok Sufi olmakla beraber biz bunların belli başlı olanlarını kabaca tanıttıktan sonra asıl konumuz olan Ene-l Hak ve Vahdet-i Vücut hakkındaki tartışma ve görüşlere değineceğiz.
En Meşhur Sufilerin Tanıtımı
Kronolojik sıralamaya göre;
Hallac-ı Mansur (D.858 - Ö.922) Abbasi Halifesi muktedir zamanında yaşamıştır. Devrinin en iyi bilinen Sufi'lerindendir. En büyük iddiası Hakk'ın kendinde yerleşmiş, gizlenmiş olduğunu ifade etmek için sürekli Ene-l Hak demesiydi. Hallac-ı Mansur'u bu iddiasından vaz geçirmek için uğraşmalarına, hatta zaman zaman hapsetmelerine rağmen Mansur bu söyleminden vazgeçmemiştir. Bunun üzerine Hallac-ı Mansur'u idam ettiler. İddia edilir ki, Hallac-ı Mansur'u darağacına binlerce halk götürmüş, rastgelen üzerine taş ve çamur atarlarmış.
Oda buna rağmen hep Ene-l Hak der dururmuş. Bunun üzerine kendisini değnekle dövmeye başlamışlar, sonra ellerini
ayaklarını kesmişler. Hallac-ı Mansur kesilen ellerinin kanını yüzüne sürerek halka gülümsemiş. Sonra gözlerini oyup çıkarmışlar, dilini kesmeye kalkıştıklarında cellatlarından aman dileyerek bu eylemi bir süre durdurmalarını istemiş ve yüzünü gökyüzüne çevirerek Allah'a yalvarıp dua etmiş. Akşam namazına yakın kellesini kesmişler. Ertesi gün bütün organlarını toplayarak, fitne çıkmasından korktukları için yakmışlar. Küllerini rüzgara savurmuşlar ve bir kısmını da Dicle Nehrine dökmüşler.
Bütün bu zulüm ve vahşet kendisinin inandığı bir şeyi ısrarla tekrarlamasından yani Ene-l Hak söyleminden vazgeçmemesinden kaynaklanmıştır. Bu olay yobazlığın ve bilgisizliğin nasıl bir vahşete döndüğünün ve dönebileceğinin bir örneğidir.Aşağı yukarı Hallac-ı Mansur ile aynı dönemde yaşamış olan Farabi (D.870 - Ö.950)'nin asıl adı Abû Nasır Muhammad Al - Farabi'dir. Kendisi büyük bir İslam felsefecisi olmanın yanında, bilimle, müzikle ve tıpla da uğraşmıştır. Ayrıca kendisinin büyük Sufilerden biri olduğu söylenir. Farabi, insanı tanımlarken, "Âlem büyük bir insandır, insan küçük âlemdir" ifadesiyle Ene-l Hak kavramını, onun da benimsediği anlaşılmaktadır.
İbn-i Sina (D.980 - Ö.1037) Farabi'den 30 sene sonra Dünyaya gelmiş olup, o da en büyük felsefecilerden ve tıp adamlarından biridir ve bilimle de uğraşmıştır. Felsefesinde daha ziyade aklı ön plana çıkarmıştır. Vahdet-i Vücut kavramını ilk ortaya atan İbn-i Sina olmuştur. Kendisinin Sufilikle ilişkili olup olmadığı tartışmalıdır.
İmam Gazali (D.1058 - Ö.1111) İbn-i Sina'dan 21 sene sonra doğmuştur. Devrinin en büyük felsefecilerinden ve bilim adamlarındandır. Ancak İbn-i Sina felsefesinde aklı öne çıkarmış olmasına rağmen İmam Gazali, kalbi yani itikatı öne çıkartmıştır. Aklın meseleleri çözmekte yeterli olacağına güvenmemektedir. Bu nedenle İbn-i Sina ile ters düşüyorlardı.
Fakat Gazali çok üstün yeteneği, kudretli ve tartışma mahareti ile bu görüşünü güçlü bir şekilde ifade ediyordu. Diğer yandan Gazali aynı zamanda büyük bir din bilgini idi. Çalışmaları yüzyıllar boyunca olumlu ve olumsuz yönleriyle hep tartışıldı. Kendisine büyük değer veren Büyük Selçuk Devleti Veziri Nizamülmülk tarafından Nizamiye Medresesi'ne hoca olarak tayin edildi. Burada çok iyi bir mevki ve refah içinde bir yaşamı oldu. Ancak bu medresede birkaç yıl hizmet verdikten sonra bütün şöhreti, serveti ve itibarı bırakarak inzivaya Sufilik hayatına çekildi. Ondan sonra da tasavvufla
ilgili çok ciddi eserler vermeye başladı.
Gazali'den sonra bir çok din bilgini ve Sufi gelmiştir. Bunların en ileri gelenlerinden bazıları;
- Tasavvuf hakkında büyük eserlerden birini yazan Şihâbüdin Sühreverdi'dir. (D.1115 -Ö.1208). 93 yıllık uzun yaşamı süresince tasavvufla ilgili çok ciddi kurallar içeren kitaplar yazmıştır.
- Abdulkadir Geylani (D.1078 - Ö.1165) 87 yıllık ömrü boyunca özellikle fıkıh ilminde ve tefsirlerde o derece başarılı olmuş ki, zamanın bütün fıkıh alimlerini hayretler içinde bırakmıştır. Şöhreti bütün dünyaya yayılmış, daha doğduktan
hemen sonra ramazan ayında annesinin memesini emmemek gibi pek çok keramet gösterilerinde bulunmuştur. Uzun süre evlenmedikten sonra, manevi bir işaretle evlenmiş ve evlendikten sonra da 49 çocuğu olmuştur. Ölümüne kadar hep ilim öğretmekle meşgul olmuş en değerli Sufi'lerden biridir.
- Şeyh Muhyiddin İbn Arabi (D.1164 - Ö.1240) Tasavvuf erbabının en büyüklerinden biridir. 1164 yılında İspanya'nın Mürsiye kentinde doğmuş, çeşitli bilim adamlarından ders alıp, ilim öğrendikten sonra doğuya göç etmiştir. Şam'ı, Bağdat'ı ve Mekke'yi ziyaret ettikten sonra Anadolu'ya geçmiş ve Sivas'a sonra da Konya'ya gitmiştir. Konya'da meşhur mutasavvıflardan Sadrettin Konevi'nin dul annesi ile evlenmiştir. Bir süre Konya'da yaşadıktan sonra tekrar Şam'a
dönmüş ve 1240 yılı ölüm tarihine kadar hep Şam'da yaşamıştır.
Teknik ve diğer yüksek ilimler ve çeşitli bilgiler tahsil etmiş, en önde gelen pek çok bilim adamlarından feyiz almıştır. Abdulkadir Geylani gibi ermişlerden manevi dersler almıştır. 500'e yakın eserlerinin çoğu tasavvuf ilmiyle ilgilidir.
Sufiler Arasında Fikir Ayrılıkları
Burada isimlerini zikretmediğimiz daha pek çok tasavvuf erkanı vardır. Farabi, İbn-i Sina ve Gazali gibi bilim adamlarının yanında diğerlerinin çoğu da tasavvufla beraber, felsefe ve bilimle de meşgul olmakta idiler. Zaman zaman aralarında ve ölümlerinden sonra gıyaplarında sert tartışmalar olmuştur. En çok tartışılan konulardan biri de Vahdet-i Vücut'tur. Peki nedir bu Vahdet-i Vücut'un anlamı?
Bilindiği gibi Vahdet; birlik, bütünlük ve yekparelik demektir. Vahdet-i Vücut ise, bütün mevcudatın Allah'ın zatının (sahipliğinin) tecellisi (görünür olması) olduğudur. Yani her şeyin Allah'ın zuhurundan ibaret olduğudur. Sufilerin bir kısmı Vahdet-i Vücut fikrine katılmayıp, bu tarifi reddetmişlerdir. Diğer büyük bir kısmı ise, Vahdet-i Vücut'u kabul etmiş ve desteklemişlerdir. Desteklemeyenlerin bir kısmı da kesin tavır almayarak tarafsız kalmayı yeğlemişlerdir. Diğer desteklemeyen bir kısım ise, destekleyenlere ve bunların Sufiliklerine karşı kınayıcı ve kötüleyici bir lisanla karşı tavır almışlardır.
Tabi bu tartışmalar çok uzun ve ağdalı cümlelerle Sufi tekniğine göre yapılmış olduğundan bu yazıda onlara yer verilmemiştir. Keza "Ene-l Hak" da, Vahdet-i Vücut kadar yoğun olmasa da Sufi'ler arasında lehte ve aleyhte tartışma
konusu olmuştur.
Kuantum Fiziği Açısından Vahdet-i Vücut
Bilindiği üzere Evren'de var olan canlı ve cansız bedenli ve bedensiz her şey adına Big - Bang dediğimiz sıfırdan, yokluktan başlayan büyük bir enerji genişlemesi ile yaratılmaya başladı. Hesaplamalara ve deneylere göre; 13,7 milyar yıl önce başlamış olan bu genişleme halen büyük bir hızla devam etmektedir. Devam eden bu genişlemenin nereye kadar devam edeceği, devam etmeyip duracaksa ne zaman duracağı, genişlemenin durması ile tekrar Evren'in büzülerek içine kapanıp eski sıfır haline dönüp dönmeyeceği üzerinde araştırma yapan bilim adamları yoğun ve
meşakkatli bir çalışma halindedir.
Bu konuda ileri sürülen teoriler ve hesaplamalar sürekli tartışılmaktadır. Bugünün bilgileri ışığı altında yapılan hesaplamalara göre Evren'in genişlemesinin süreceği hakkında yaygın bir mutabakat vardır. Çünkü henüz Evren'deki madde yoğunluğu Evrenin kritik yoğunluğundan çok küçüktür.(Evrenin En Büyük Sırlarından Birisi" adlı makaleye bakınız.)
Bugünün fizik ve matematik bilimi ile Big-Bang'ın başlangıç anından itibaren yani 10-43 saniye sonrasından itibaren neler olup bittiğinin hesabı fizik kanunlarına göre yapılabilmektedir. Ancak 10-43 saniye ile sıfır saniye arasında neler olduğu, bu genişlemeye neyin sebep olduğu bugünkü fizik kanunlarına göre tespit edilememektedir.
Bu nasıl bir enerjidir ve nasıl bir güçtür ki yoktan, sıfırdan bu uçsuz bucaksız Evren'i ve Evren'deki bütün bu canlı ve cansız dediğimiz tüm maddenin ve anti maddenin ortaya çıkışına neden olmaktadır. Kim nasıl düşünürse düşünsün, nasıl ahkâm keserse kessin bu güç Allah'tır. Tabi bilim adamları ölçüp, biçemedikleri, dokunamadıkları, tartamadıkları veya laboratuvarda deneyemedikleri, matematik olarak hesaplayamadıkları şeyler hakkında yorum yapmazlar. Çoğunluğu bunun böyle olduğunu bildikleri halde Allah ismini telaffuz etmekten imtina ederler. Zira bu yaklaşım
onlar için bilimsel değildir.
Şimdi de Big-Bang'tan yani 10-43 saniyeden sonra neler olmuş ona bir bakalım ve fazla teferruata girmeden kısa bir özet yapalım. 10-43 saniyede, yani Evren'in başlangıcında, sıcaklık 1032 (on üzeri otuziki) Kelvin'dir (272,5ºC). Güneşin kendi sıcaklığı 108 (on üzeri sekiz) Kelvin olduğuna göre, güneşten 1024 kat daha fazla bir sıcaklık vardır. Ortaya çıkan enerji hesaplanamayacak kadar yoğundur. Ortaya çıkan bu enerji yumağı hızla genişlemeye devam ederken, sıcaklık ve
yoğunlukta azalmaya başlar.
10-6 (on üzeri eksi altı) saniyeye gelindiğinde sıcaklık 1012 (on üzeri oniki) Kelvin'e düşer. 10-32 (on üzeri eksi otuziki) saniye ile 10-6 (on üzeri eksi altı) saniye arasındaki dönemde atom altı parçacıklar olan kuarklar, elektronlar ve pozitronlar ortaya çıkar. Ortaya çıkan elektron ve pozitronlar birbirini yok ederek enerjiye dönüşür, bu enerjiden tekrar elektronlar ve pozitronlar yaratılır. Bu kavga elektron sayısı artarak bir dengeye ulaşana kadar devam eder. 10-1 (on üzeri eksi bir) saniyede sıcaklık 30 milyar dereceye düşer, proton ve nötronlar ortaya çıkmaya başlar.
14. saniyeye gelindiğinde sıcaklığı 3 milyar dereceye düşer ve büyük bir hızla genişlemeye devam eden Evren'de proton ve nötronlar birleşerek atom çekirdeklerini oluşturmaya başlar. İlk oluşan atom çekirdekleri helyum ve hidrojen çekirdekleridir.
3 dakika 2 saniyeye gelindiğinde, sıcaklık 1 milyar dereceye düşmüş ve elektron, pozitron kavgası sonunda elektron sayıları çoğalmaya başlamıştır. Keza proton ve nötronlarda çoğalmaya devam etmektedir. 34 dakika 40 saniyeye gelindiğinde sıcaklık 300 milyon dereceye düşmüş, proton ve nötronlar birleşerek çeşitli atom çekirdeklerini oluşturmaya başlamışlardır. Oluşan atom çekirdekleri de ağır kütlelerinin çekim gücüyle yeteri kadar çoğalmış olan elektronları
yakalayarak atomları oluşturmaya başlamıştır. İlk oluşan atomlar hidrojen atomu olup, 1 proton + 1 elektrondan ibarettir.
Daha sonraları sırasıyla diğer atomlar oluşmaya başlamıştır. Ancak evren daha çok sıcak olduğu ve enerji fotonları fazla olduğu için, bu fotonlar sürekli olarak atomları bombardıman ederek elektronların bir kısmını serbest bıraktıkları için atomlar bir türlü kararlı hale gelemez. Taki evren daha çok genişleyip sıcaklık belli bir dereceye düşüp, fotonların atomlara uyguladığı güç azalana kadar. Bu durum ve foton, atom kavgası başlangıçtan 380.000 yıl sonra Evren'in sıcaklığı 3000 dereceye düşene kadar devam eder. Bu noktadan sonra fotonlar artık, atomlardan elektronları söküp onları iyonize edecek enerjiye sahip olmadıkları için kararlı atomlar oluşmaya başlar.
Kararlı hale gelen atomlar birleşerek molekülleri ve moleküllerde birleşerek maddeleri oluşturur. Madde olan yıldızlar, galaksiler, gezegenler, gezegenlerde yaşayan bizlerin bedenleri de bu şekilde oluşur. Tabi bu arada evrende yaşanan karanlık dönemler, aydınlık dönemler ve bunların oluşumu ile ilgili bir çok detaya burada temas etmeyeceğiz. Demek ki, maddeyi ve madde olan bedenlerimizi var eden atomlar, başlangıçtaki o büyük enerjinin yarattığı parçacıklardan meydana gelmektedir. Bu parçacıklarda başlangıcı tek bir olan o enerjinin çoğalmış şekilleridir. Yani o enerjinin tezahürüdür.
Holografik sisteme göre, tek birden çoğalan sonsuz sayıya yakın birlerdir. Halen bilimin sırrını çözemediği sıfır noktasındaki o enerji yoğunluğunu Allah olarak ifade edersek, bizim bedenlerimizi oluşturan trilyonlarca parçacıkta Allah olarak ifade ettiğimiz o büyük enerjinin çoğalmışı olduğuna göre, bu durum yüzlerce yıl önce Sufilerin ifade ettiği
Vadet-i Vücut değil de nedir?
Kuantum Fiziğinin yaklaşık 80 yıllık bir geçmişi vardır. Ancak son yıllarda gelişebilmiştir. Daha önünde kat edeceği uzun bir yol vardır. Bugün CERN ve benzeri araştırma istasyonlarında her yıl yeni bir şey bulunmakta, bilinmeyenlerin çoğu bilinir hale gelmektedir. Astronomi ilminde de uzayda bilinmeyen pek çok şey bilinir hale gelmektedir. Ümit edilir ki, belli bir süre sonra sıfır noktasının ne olduğu ve her şeyin nasıl başladığı da bilimsel olarak aydınlatılsın.
Yüzlerce sene önce 8. - 10. asırda Sufilerin akıl yürüterek Vahdet-i Vücut'tan bahsettiği dönemde ortada bugün olduğu gibi bilimsel veri yoktur. Bu iddiada bulunanlar bunu ya iç güdüleri ile ya Kuran'ın yorumlaması ile yahutta keramet diye tarif edilen duyu dışı bazı temaslar sonucu söylemiş olsalar gerek. Nasıl söylemiş olurlarsa olsunlar kuantum fiziğinin bugünkü göstergeleri ile çok da doğru söylemişlerdir.
Eğer bugünün bilim seviyesi, o zamanlarda olsa idi belki de Sufiler bu bilimsel verileri kullanarak Vahdet-i Vücut tabirini daha net, anlaşılır bir şekilde gerekçeleri ile birlikte ortaya koyarlardı, diye düşünüyorum. Kuantum fiziği yönünden bakarsak burada Vahdet Big-Bang'daki sıfır noktasındaki tüm evreni yaratan enerjinin kaynağı olan güçtür, tekliktir. Bunun inançta karşılığı Allah'tır. Vücut ise, bu tek gücün genişlemesi sonunda bu güçten ortaya çıkan sonsuza yakın
parçacıklar, atomlar, moleküller, madde ve anti maddelerdir. Yani o tek birin devamı enerjiler veya enerjilerin yoğunlaşmış halidir. Dolayısıyla hepsi bir bütündür.
Bugün kuantum fiziğinin ortaya koyduğu bu tabloyu yaklaşık bin küsür sene evvel bu bilimden yoksun olan Sufiler sezinleyerek sanki bugünkü tabloyu özetleyerek Vahdet-i Vücut demişlerdir. Bana göre pek de doğru demişlerdir.
Kuantum Fiziği Yönünden Ene-l Hak
Evrende olan biten ve evrenin yapısı hakkında yukarıdan beri özetlemeye çalıştığım bilgilere ilaveten birde atomun iç yapısına bakalım.
Bilindiği üzere, bütün maddenin madde olan bedenlerimizin yapı taşları atomlardır. Bizler ve evrendeki yıldızlar, galaksiler, gezegenler, tüm madde bu atomlardan oluşur. Atom olmasa madde olmaz, madde olmazsa yaşam olmaz, yıldızlar, galaksiler, gezegenler ve evren olmaz. Atom olmazsa, anti madde dışında hiçbir şey olmaz.
Atomun merkezinde çok ağır kütleli bir çekirdek ve çekirdek etrafında çok yüksek hızlarda dönen elektronlar bulunur. Çekirdek ise, proton ve nötronlardan oluşur. Çekirdekteki proton ve nötron sayıları maddenin cinsine göre değişkendir. Nötron sayısı çoğu atomlarda proton sayısından fazladır.
Proton artı elektrik yükü taşır. Nötronun ise, elektrik yükü yoktur, yani nötrdür. Atomun var olabilmesi için bu çekirdeğin mutlaka dağılmadan topluca bir arada olması gerekir. Aksi halde çekirdek dağılırsa atom olmayacağından ne madde, ne yaşam ve ne de evren olur. Her şey bu çekirdeğin birlikteliğine bağlıdır.
Protonlar artı elektrik yüklü olduğu için birbirlerini iter. Ancak güçlü kuvvet dediğimiz bir enerji bu itmeyi önler ve protonların bir arada kalmasını ve atomun var olmasını sağlar yani maddenin ve yaşamın oluşmasına imkan verir. eğer böyle güçlü bir kuvvet olmasaydı, protonların birbirinden uzaklaşıp atomun dağılmasını önleyecek hiçbir imkan
olmayacaktı.
Bu güçlü kuvvet nükleer güç diye de adlandırılır. Atom bombasında ve nükleer santrallerinde kullanılan güçtür. Bu öyle bir güç ki atomun içinde sakin kalması halinde atomun dolayısıyla tüm evrenin ve yaşamın doğmasına neden olmakta, eğer bu gücü atom çekirdeğinden ayırdığımızda kimi zaman atom bombası gibi bir yıkıcı güce ve insanlığın mahvolmasına sebep olmaktadır.
İşin enteresan tarafı bu nükleer gücün doğada atom çekirdeği dışında hiçbir yerde olmayışıdır. Bu güç Big-Bang' ı doğuran ana kaynağın enerjisinin uzantısıdır. Tabir caizse o enerjinin kendisidir. Maddenin ve yaşamın var olması için orada bulunmaktadır. Bütün uzuvlarımız atomlardan oluştuğuna göre, o güç bütün uzuvlarımızın içinde bulunmaktadır.
Kuran' da Kaf suresi 16 Ayetinde; "And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız." demiyor mu?
Çünkü diğer tüm uzuvlar gibi şah damarı da atomlardan yapılmıştır. O güç Hakk'ın gücüdür. Yani insanın var oluşu o güç sayesinde olmakta ve o güç trilyonlarca atomun içine yerleşerek insanı yaratmaktadır. İnsan o güçle doludur. İşte Hallacı Mansur, Ene-l Hak derken bunu anlatmaya çalışmıştır. Ancak o zamanın bilimsel verileri ile bu kavramı bilimsel olarak anlatmak mümkün değildir. Hatta bugün bile bunu kavrayabilecek insan sayısı ne kadardır; tartışılır. Bunu böyle ifade ettiğim için belki bazı bağnaz gruplar tarafından tenkit edileceğim. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor. Hallac-ı Mansur gibi büyük bir Sufi'nin ve ermiş bir insanın söylediklerini elimden geldikçe ispatlamaya çalıştıysam ne mutlu bana. Ama her şeyin doğrusunu bizi yaratan Allah bilir.Eğer yanlış bir değerlendirme yapmışsam affola.
0 Yorum
Yorum Yapın
email adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz *
Yaşar Özkan Hakkında
1932 yılında Nevşehir-Avonos’a bağlı Göynük köyünde doğdu.
İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra, 1950 yılında Tophane Sanat Okulundan ve 1955 yılında da o zaman ki adıyla “İstanbul Teknik Okulu” şimdiki “Yıldız Teknik Üniversitesi” Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu.