Bugünkü Türkler Kadim Atalarını Ne Kadar Tanıyor?
1928 yılında Amerika’da doğmuş, çocukluk yıllarını Amerika’da geçirdikten sonra Meksika’ya göç etmiş ve ömrünün 65 yıldan fazlasını Meksika’da yaşamış olan, araştırmacı yazar Gene D. Matlock, koyu bir Hristiyan – Katolik ve Teslisin (baba, oğul, kutsal ruh) baş savunucusudur.
Kendisi hayatının büyük bir kısmını, Güney Amerika halklarının, Kızılderililerin geçmişlerini, geleneklerini ve kadim tarihlerini araştırmayla geçirmiştir. Hindistan’da ilişki kurduğu uzman kişilerle sürekli diyalog halinde olmuş, Budizm kaynaklarından, Hint Vakayinamelerinden, Mahabharata kayıtlarından Hindistan’ın geçmişinde olup bitenleri araştırmıştır. Katolik inancına bağlı olarak dini kaynakları da derinlemesine incelemiş, Tevrat, İncil ve Kuran üzerinde araştırma ve çalışma yapmıştır.
Bütün bu araştırma ve çalışmalara ilaveten, Kafkas halklarından olan Moskova’da yaşayan Türk bilim adamı Murad Adji’nin Türk Dünyası ile ilgili çalışmalarından istifade ile yazarın en mühim eserlerinden birisi olan KIPÇAKLAR kitabını da kaynak göstererek bugün hiçbir Türk tarihçisinin yazmaya cesaret edemeyeceği açıklıkta, Türkleri yücelten ve bizim çok az yönlerini bildiğimiz bir milleti anlatan “EY İNSANLAR HEPİNİZ TÜRKSÜNÜZ” isimli bir kitap yazmıştır.
Şimdi bu kitapları özellikle Murad Adji’yi kaynak alarak, Türk dünyasını özetlemeye çalışacağım.
Albay James Churchward’ın Tibet’te eski, 15 bin yıllık tabletleri çözümleyerek yazmış olduğu 4 ciltlik kitaplarından anlaşıldığına göre, insanlık ilk defa belli olmayan bir tarihte MU kıtasında başlamış ve orada çok gelişmiş bir toplum olmuştur. Zamanla MU’da nüfusun artması ve çeşitli nedenlerden dolayı kıtanın batışından evvel göçler başlamıştır. Bu göçlerin ilk ayağı bugün Hindiçin veya Çinhindi denen, Güneydoğu Asya’da Hindistan’ın doğusunda ve Çin’in güneyinde kalan bölgeye olmuştur. Arkeolojik buluntular Çinhindi bölgesinde ilk yerleşimlerin 1 milyon yıl önce olduğunu göstermektedir. Burası Asya’nın en eski yerleşim bölgesidir.
Uzun yıllar sonra Çinhindi veya Hindiçin’den göç eden bir grup insanlar, yine arkeolojik bulguların tespitine göre, 200 bin yıl önce bugün Rusya sınırları içerisinde bulunan, Altaylara gelip yerleşmişlerdir. Bunlara da Altay Türkleri denmiştir.
Gene D. Matlock’un ifadesine göre ise, binlerce yıl önce Kuzey Kutup Bölgelerine yakın, cennet gibi güzel bir bölgede mutluluk ve bolluk içerisinde yaşayan, çok uygarlaşmış ve gelişmiş bir toplum vardı. Bu bölgeye Aden deniyordu. Şimdiki adı ise, Sibirya. Bu toplum çok gelişmişti ve Türk’tü.
Hindu mitolojisine göre, gelişmişlik ortaya çıktıktan 30 bin yıl kadar sonra, Dünya ekseninde bir kayma ve sapma oldu. Bunun sonucunda bu bölgelerde buzul çağı başladı, her yer buzdan bir cehenneme döndü. Adına Türk dediğimiz bu toplum, güneye doğru göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler sonucunda ; zaman içinde, bütün Orta Asya ve Hindistan’ın yerli sakinleri ile birleşerek tek bir ulus haline geldiler. Daha sonra diğer bölgelere de yayılmaya başladılar. Dolayısıyla Türkler dünyanın her tarafına yayılarak bugünkü insan ırkının büyük bir kısmının esasını teşkil ettiler. Gene D. Matlock bu nedenle dünyaya seslenerek “Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türk’sünüz” diyor.
Murad Adj’nin araştırmalarına dönersek, takriben 200 bin yıl önce Altay’a yerleşen Tükler, Çin vakainamelerine göre, sarı saçlı ve mavi gözlü insanlardı. Bu bölgeye geldiklerinden itibaren bunlar mağaralarda yaşamaya başladılar.
Altay Türkleri hakkındaki bütün bilgiler meşhur arkeolog Aleksey Pavloviç Okladnikov’un uzun ve titiz çalışmaları ile Altaylıların yerleşim bölgelerinde, bu ilkçağ insanları tarafından yapılmış taştan baltalar, bıçaklar, ok uçları ve çok çeşitli eşyalar bulundu. Taştan yapılmış bıçaklar ve hançerler tıraş bıçağı kadar keskindi, rahatça tıraş olunabilirdi. Bugün bunların, bugünkü insan eliyle yapılması mümkün değildi. Ama bunlar gerçekti.
Altaylılar bu taşları, diğer taşlarla işlemiyorlardı. Ateş ve suyla işlenen bir teknoloji uyguluyorlardı. Bunun için de bu işleme uygun, çok nadir bulunan, siyah damarlı, yeşilimsi bir taş olan nefrit taşını kullanıyorlardı. Bu taşları ve diğer madenleri bulup kullanmada iyi bir jeolog idiler.
Binlerce yıl mağaralarda yaşayan kadim Altaylıların, metalden yapılmış eşyalar yapmaya başladıkları, bronzdan ok uçları ve mızrak yaptıkları arkeologlar tarafından tespit edildi. Bronzdan baltalar yapıp bunlarla ağaçları kesebiliyorlardı. Baltanın bulunması ile ağaç kesip ağaçtan evler (kurganlar) yapmayı öğrenmişler, böylece mağaradan çıkmaya başlamışlardı. Bütün bunlar dünyada tekti.
Baltanın icadı ve ağaç keserek ev inşa etmeye başlamaları ile Altaylılar mağaralardan çıkıp, diledikleri yerlerde evlerini yapmaya ve toplu yerleşim yerleri kurmaya başladılar.
Altaylılar 5000 yıl evvel, Urallar’da çok iyi bilinen Arkaim Şehri’ni kurdular. Bu şehirde o zamanlar çok geliştirdikleri metal işlemenin ustaları yaşıyordu. Evlerin her tarafında yoğun olarak bakır ve bronz kullanıyorlardı. Buranın sakinleri Altay’dan göç eden insanlardı.
Nüfus artışıyla yavaş yavaş Altay’dan göçler başlıyordu. Urallar ’da yaşayan kolonilerin sonra batıya doğru göçleri başlamıştı. Yayılma daha ziyade Kuzey Avrupa’ya doğru oluyor ve yeni kabileler meydana geliyordu. Her kabilede yeni diller gelişiyordu. Çünkü Altaylılar halen çok az kelimeyle konuşabiliyorlardı. Diller geliştikçe kabileler arasında lehçe farkları oluşuyordu.
Altaylılar ağaç tomruklarından yaptıkları evlerini toprağa gömerek kışın soğuktan, yazın sıcaktan korunmayı öğrenmişlerdi. Evler çoğalıp yerleşim yerleri arttıkça, sarp dağlardan ve ormanlardan geçerek yollar yapıyorlar ve şehirlerini birbirlerine bağlıyorlardı.
Gökyüzündeki yıldız haritasını okumayı öğrenmişlerdi. Çevredeki nehirlerin ve dağların konumunu çok iyi biliyor ve onları bir pusula gibi kullanıyorlardı. Yönlerini Güneş’e, yıldızlara, nehir ve dağlara göre tayin ve tespit ediyorlardı. Henüz Tengriyi (Gök Tanrısı) bilmiyorlardı. Onun yerine bazı dağları ve nehirleri kutsal sayıyorlar ve bu dağlarda mabetler kuruyorlardı. Ölmüş atalarının ruhlarının gelip bu dağlarda mahkemeler kurduklarına inanıyorlardı. Bu nedenle bu mabetlerde kurbanlar kesiyor, felaketlerden korunmaları için dualar ediyorlardı. En kutsal dağ ise, üç tepeli Sümer dağı idi. Bu dağ onlara göre, dünyanın merkezi idi. Her şey buradan başlamış ve burada bitecekti. Kimse burada yüksek sesle konuşmaz ve civarında ava çıkmazdı. Altaylı Türklerin inançları böyle belirlenmişti. Türkler o zaman sadece dağlara ve nehirlere tapmıyorlardı. Çam ağacını da mukaddes sayıyorlardı. Her yıl senede bir defa kışın ortasında gün dönümü sırasında 25 Aralık’ta Çam Bayramı yapıyorlardı. Bu bayramda yeraltında, altın çitli, altın sarayında bir tahtta oturduğu kabul edilen Güneş ve Ay’ın onun emrinde olan aydın ruhların önderi Ülgen’e dua ediyorlardı. Ülgen’in temsilcisinin çok sevdiği bir çam ağacını süsleyerek evlerine götürüyorlar, ağacın dallarına parlak renkli kurdele bezler bağlıyorlardı. Ayrıca ağacın yanına hediyeler koyuyorlardı. 25 Aralık’ta günlerin uzamaya başlayıp, Güneşin karanlığı yenmesini bütün gece, koraçun koraçun diye naralar atarak eğleniyorlardı. Bu nedenle bu bayramın adı Koraçun’du. Koraçun’un manası ise “azalsın” dır. Yani geceler kısalsın anlamında.
Bugün Hıristiyanlık’ta uygulanan Noel Bayramının kaynağı, Altaylıların Koraçun Bayramı (Çam Bayramı) olup, uygulamalar da hemen hemen aynıdır. Hıristiyanlık’taki Noel Baba’nın karşılığı Altay Türklerinde ‘Ülgen’di. Aradaki fark sadece bu isimdir. Noel Baba hediyeler dağıtır, Ülgen’de hediyeler dağıtıyordu. Bütün bu olaylar 3 – 4 bin yıl önce yaşanıyordu. Bu inanç Şaman inancıydı.
Bu dönemlerde Türkler resim sanatında çok ileri seviyeye ulaşmışlardı. Yaptıkları resimlerden anlaşıldığı üzere balolar tertipliyor, el ele tutuşarak dans ediyorlar ve koro halinde şarkılar söylüyorlardı. Sosyal olarak hayli gelişmişlerdi.
2500 yıl öncesine gelindiğinde Altay’da bir meteorit düşme olayı yaşandı. Gökten parlak bir yıldız gibi parlayarak inen bu parça incelendiğinde bunun tamamen demir içeren bir göktaşı olduğu anlaşıldı. Bu insanların arasında bulunan Timur adındaki birisi meteoriti inceledikten sonra bu demir parçasını metalden yaptığı bir soba üzerinde eritmeyi düşündü ve denedi. Deneme sonucunda başarılı oldu ve demiri eritti. Bu buluş o zaman için dünyada tek ve en büyük bir buluştu. Bu buluştan sonra Türkler dünyada demirden yapılmış kılıç kullanan tek ülkeydi. Daha o zamanlar diğer kavimler ağaç sopalarla dövüşüyorken, Türklerin kılıçlarının önünde tutunabilmek mümkün olmadı. Diğer kavimler daha demirin ne olduğunu bilmezken, Türkler demiri çok yaygın bir şekilde kullanarak, süper bir teknolojiye sahip oldular. Bu demiri işleyen ve demirden alet yapan ustalar yıllarca bu sırlarını sakladılar. Kimseye bilgi vermediler. Demir ocaklarının sırlarını ağızdan ağıza, babadan oğula aktarıyorlardı. Bu sırları ancak güvenilir aileler biliyordu. Bu sırrı korumak için demirci ustalarının yanında yabancılar asla yaklaştırılmıyordu. Demirciler ülkede en imtiyazlı kişilerdi. Demirci bir babanın oğlu ancak demirci bir babanın kızıyla evlenebilirdi. Aksi halde rüyadayken konuşup sır vermesinden korkulurdu. Demirin bulunup kullanılması, ülkeye büyük bir zenginlik ve güç getirdi. Diğer ülkeler daha Tunç Devrini yaşarken ve demirin ne olduğunu bilmezken Türkler demiri yaygın bir şekilde, her sahada kullanıyorlardı. Diğer ülkeler savaşlarda Türklerle hiçbir şekilde başa çıkamıyorlardı. Ülke artık kimsenin başa çıkamayacağı kadar güçlü idi.
İnsanlar oturup düşünmeye başladılar. Timur’a bu parlak fikri kim verdi diye merak ettiler. Sonunda bu parlak fikri Göklerin Tanrısının verdiğine karar verdiler ve onu kendi tanrıları olarak kabul ettiler. Bu olaydan itibaren de Altay Türkleri tek tanrılı, Gök Tanrı dinini kabullenmiş oldular. Gök Tanrılarına da ‘Tengri’ adını taktılar.
Bu esnada Yüce Tanrı tarafından Türklere peygamber olarak “Geser” gönderildi. Geser onlara doğru yolu, doğru yaşamayı öğretti ve Tanrı’yı anlattı. “Geser”in bugün bizim bildiğimiz “Hz. Hızır” olduğu ve Kuran’daki Kevser Suresindeki “Kevser” adının da “Geser” yani Hızır manasında olduğu söylenmektedir. 2500 yıl önce Altay Türklerine Geser’in (Hızır) Peygamber olarak gelmesi, Türklerin tek tanrı dinini kabul etmeleri, demir ocaklarını keşfedip büyük bir teknolojiye sahip olmaları, şehir ve kasabalar kurmaları, Altay Türkleri için hayatlarını büyük bir oranda değiştiren yeni bir çağın başlangıcı oldu. Halkın çoğunluğunun yeni Gök Tanrısı dinini kabul etmesine karşın, bir kısmı da bu dini kabul etmeyerek eski Yer, Su, Ülgen, Erklik gibi eski Şaman dininde kalmakta ısrar etti. Bunun üzerine kabileler arasında kanlı savaşlar oldu. Bu mücadeleyi güçlü olan yeni Gök Tanrıcılar kazandı. Mücadeleyi kaybeden eski din taraftarlarına da İskit, İskolt veya Sak adı verildi.
Eski dinin simgesi yılan idi. Yılan insanların atası sayılıyordu. İnsanlara bilgelik ve aklı selim sunduğuna inanılıyordu. Halen Orta Asya’da, Çin’de yılan (Dragon) şenlikleri yapılması bu inançla ilgilidir.
Başka halkların efsanelerinde, Türkleri Nagalar veya yılan insanlar diye isimlendiriyorlardı. Naga, yılan veya ejderha demektir. Eski inanca göre, yılan yeraltı dünyasının sahibidir. Yer, Su, Erklik, Ülgen ve diğer tanrılar yeraltında onun emri altında yaşamaktadırlar. İnsanlar bu inanca yani yeraltı dünyasının sahiplerine, uzun süreden beri iman ediyorlardı. Bu inançta Şamanizm’in temelini oluşturuyordu.
Tengri (Gök Tanrısı) dini, Altay Türklerince 2500 yıl önce (M.Ö. 500) kabul edilmiş olmakla, bir kesim eski dine yani Şamanizm’e inanmaya devam ettiler. Bu görüş ayrılığı giderilmediği için İskitler anavatanları Altay’dan batıya doğru göç ettiler. Böylece M.Ö. 500’lerde yani 2500 yıl önce dünyada aslı Altay Türk’ü olan, İskitler diye bir kavim ortaya çıktı. İskitler Altaylar’dan çok uzaklara, Avrupa’nın içlerine kadar göç etmişlerdi. Giderken yanlarında götürdükleri Türklere has bilgilerle gittikleri yerlerde büyük başarılar elde etmelerine ve yeni yerleşim yerleri açmalarına rağmen İskitler tarih sahnesinden bir müddet sonra silindiler ve kısa zaman sonra yok oldular. Buna rağmen Ruslar ve Yunanlılar, daha sonra batıya yapılan Gök Tanrısına inanan Altay Türklerinin göçlerini bile İskit göçleri diye vermeye devam etti.
Böylece ilk din savaşı M.Ö. 500’lerde, 2500 yıl önce Altay’da Türk halkları arasında yaşanmış oldu.
Demirin Bulunması İle Sağlanan Üstünlükler
Demiri eritip, şekil vermeyi öğrenen Türkler, üstün zekalarını ve sanatlarını da kullanarak özellikle askeri alanda çok büyük buluşlar yaptılar. Bu buluşlar onlara gittikleri her yerde büyük üstünlük sağladı, onları baş edilemez kıldı.
Demirin eritilip şekil verilebilmesinden sonra üstün nitelikli kılıçlar, hançerler yaptılar. Bu kılıçlar o zaman ki diğer milletlerin bronzdan yapılan kalkan ve kılıçlarını kağıt gibi kesiyordu.
Demirden at dizginini icat etmişlerdi. Dolayısıyla dünyada hiç kimsenin hakim olamadığı kadar atlara hakim oluyorlardı. Çok üstün binicilerdi. O zaman hiçbir ülke dizgin nedir, bilmiyordu. Atlar o zamanlar Türklerin zırhlı aracı gibiydi. Harplerdeki üstünlüklerinin en belirleyici olanı idi.
Ayrıca demirden kalkan, miğfer, ve zırhları geliştirdiler. Ok uçları ve yayları demirden yapmaya başladılar. Bu oklar bronzdan kalkanları delip geçiyordu.
Dünyada hiçbir millette olmayan, harp teknolojilerine ve üstünlüklerine sahiptiler. Bu askeri üstünlükleri ile o zamanlar güçlü bir orduya sahip Çin’i mağlup edip, istila ettiler. Çin Seddi bile onları durduramadı.
Demirden saban icat etmişlerdi. Toprağı sürmeyi ve mahsul almayı biliyorlardı.
Demirden orak icat etmişler, mahsullerini onlarla biçiyorlardı.
Demirden değirmen yapmışlardı, un öğütüyorlardı.
Pişmiş kilden küp ve kap kacak yapmayı biliyorlardı. Tahıllarını bu küplerde saklıyorlardı.
Fırını icat etmişlerdi, ekmeklerini güneşe benzeyen yuvarlak somun şeklinde, fırınlarda pişiriyorlardı. Mayalanmış hamurdan çok lezzetli ekmek yapıyorlardı.
Pişmiş kilden tuğla yapmayı öğrenmişlerdi. Bu da inşaat teknolojilerini değiştirdi. Eskiden ahşap tomruklardan yapılan evler (kurganlar) yerine, şimdi tuğla evler yapıyorlardı. Ahşap evlerin dahi temellerini mutlaka tuğladan yapıyorlardı. O zaman dünyada tuğlayı bilen hiçbir ülke yoktu. Onlar binalarında, çamur ve samandan yapılmış kerpiç kullanıyorlardı. Onun için de onların eserleri bugüne kadar gelemedi. Toprakta ve hava şartlarında eriyip gitti. Ancak tuğla duvarlar bugüne kadar geldi. Bütün bunlar sadece tarihi söylenti değil, arkeolojik buluntuların sonucudur.
Türkler M.Ö. 500’lerde Tek Tanrı (Gök Tanrısı) dinini kabul ettikten sonra çok dindar insanlar oldular. O Tek Tanrı’yı kainatın, dünyanın ve her şeyin yaratıcısı olarak kabul ediyorlardı. Tanrı Tektir. O her şeyi görür, her şeyi bilir, hiçbir şey Tanrı’dan gizlenemez. Tanrı her şeye hakim ve her şeyin sahibidir, diyorlardı. Herkes Tanrı huzurunda eşittir. Han veya köle olmak fark etmezdi.
Artık böyle bir Tanrı inancına sahip Türkler putperestlikten tümüyle uzaklaşmışlardı. Dini inançlarını bir sürü ritüellerle süsleme başladılar. Savaşlara Tanrı adına gidiyorlardı. Her işe Tanrı’nın adını zikrederek başlıyorlardı. Ellerini havaya açarak Alla (Allah) diye dua ediyorlardı. Toplu ayinler yapıyorlardı. Bu ayinler din adamları tarafından yönetiliyordu. Din adamları farklı kıyafetler giyiyordu.
Tanrı’yı (dört kenarı da eşit) eşit kenarlı haç ile işaret ediyorlardı. Bu haça “Adji” diyorlardı. Haçın ortasında yuvarlak güneş ışınları resmi bulunuyordu. Bu güneş ışınları Tanrı’ya inancı temsil ediyordu.
Tanrı’nın haçla ifade edilen bu işareti bayraklarına da işaretleniyordu. Ayrıca zincir şeklinde boyunlarına da takıyorlardı. Vücutlarına dövme yapıyorlardı. Neticede ortasında güneş resmi olan eşit kenarlı haç, Türklerin daha Hristiyanlık ortada yokken bile kullandıkları en kutsal Tanrı işaretidir. Yani 2500 yıl önceden başlayan bir uygulama. Türkler de bunun dışında bir de 3 – 4 bin yıl öncelerde kullanılan eğri haçlar vardı. Bu eğri haçlar, Yeraltı Tanrılarını ve Cehennemi temsil ediyordu. Avrupalılar daha sonra haç diye bu eğri haçı örnek almışlardı.
Hindistan’a Giriş
Türkler Tek Tanrı dinini kabul ettikten sonra bu inancı her tarafa yaymaya çalışıyorlardı. Türk din adamları farklı ülkelere giderek Gök Tanrısı dinini anlatıyorlar ve onları bu dine davet ediyorlardı.
Çinliler bu din adamlarını kabul etmediği için, Çin işgal edildi. Meşhur Çin Seddi bile onları koruyamadı.
Hintliler, Türklerin Gök Tanrısı inancına itibar ettiler. Altay Türkleri ile Hindistan arasında iyi ilişkiler başladı. Hintliler, yılan soyundan gelen, beyaz tenli yarı insan tanrıya “Naga” diyorlardı. Altay’dan gelen beyaz tenli Türkleri de “Naga” diye isimlendiriyorlardı.
Türkler, 2500 yıl önce hem dini inançları , hem de atlı süvari göçmenleri ile Hindistan’a girmiş oldu. Hindistan’a yerleşen bu yeni halka “Şak” yani, “Hindistan’ın Yeni Halkı” ismi verildi. Hintliler Buda’yı Şakyamuni veya Türk Tanrısı olarak adlandırıyorlardı. Buda’nın beyaz tenli, mavi gözlü yani Altay Türk tipinde olduğu söylenir. Esasında Buda’nın öğretileri ile o zamanki Türklerin öğretileri çok benzerdir.
Türkler Hindistan’a girdikten sonra kültürlerini onlarla paylaşmışlar, toprağı demir saban ve kazmalarla işlemeyi, demir orakla ekin biçmeyi öğretmişlerdir. Bunlar mitolojik hikaye değil, arkeolojik buluntuların sonucu elde edilen bilgilerdir.
Bugün Hindistan’ın nüfusunun % 10 ve Pakistan ırkının aslı Türklerden gelmektedir.
M.Ö. 500’de Hindistan’da hakimiyet Altay’daki Aksu Nehri vadisinden Hindistan’a göç eden İlkvaşku tarafından kurulan Koşala veya Koşkala Devleti’nin eline geçti. İlkvaşku Devletin başkenti olarak da Aydohya şehrini kurdu.
Koşala veya Koşkala, Güneş İmparatorluğu zamanında Altay’dan Hindistan’a göçler asırlar boyu devam etti. Hindistan ile Altay artık bir bütün olmuştu.
İran’a Giriş
İranlılar o dönemde ateşe tapıyorlardı. Sadece asilzadeler Gök Tanrı inancını benimsemeye başladılar. O zamanlar İran hanedanlığı bugünkü İran topraklarından birkaç misli büyüktü. Gelişmiş bir devlet olan Baktıra Devleti tarafından yönetiliyordu.
Bu Baktıra Devleti, zamanının güçlü devletlerinden birisi olmasına rağmen, Altay’dan Hindistan’a göç eden Altaylı Türklerin önüne engel teşkil ettiği için Altay’dan gelen Türkler (Sak) tarafından işgal edilerek, Hindistan’ın yolu açıldı. (M.Ö. 500). Aradan 300 yıl geçtikten sonra bu sefer Türkler İran’a direk müdahale ederek, Baktıra topraklarını tümüyle işgal ederek İran’da Kuşan Hanlığı’nı kurdular. Kuşan Devleti zamanla çok büyüdü. Şimdiki Orta Asya, Afganistan, Pakistan, Hindistan’ın bir kısmı ve Çin toprakları bu yeni devletin hakimiyetine girdi. Hanlığın ilk kurucusu Guvişka idi. Kuşan Devleti hakkında kayıtlarda fazla bilgi olmamasına rağmen arkeologlar o devre ait çok eserlerin kalıntılarını ortaya çıkarmıştır. Kuşan Hanlığı’nın büyüklüğü ve azametini bütün dünyaya asıl adı Erke olan Kanişha Han duyurdu. Erke Han filozof, şair, mükemmel bir idareci ve önderdi. Türk’ün büyüklüğünü ve saygın bir millet olduğunu herkese kabul ettirdi. Onun zamanında Türk adı, her yerde büyük bir saygıyla anılır olmuştu.
78 yaşında tahta çıkan Erke Han 23 sene ülkeyi yönetti. Onun asıl silahı askeri güç değil, ağzından çıkan güzel ve ikna edici söz idi. Tanrı’ya çok inanıyordu, inançlı bir insandı. Çok bilgili bir kişiydi. Konuşmaları ile insanları ve diğer liderleri ikna edebiliyordu. Siyaseti daha ziyade diyalog üzerinden yürütüyordu.
Erke Han bilgeliği, ikna kabiliyeti ve herkesin anlayacağı şekildeki konuşmaları ve Gök Tanrısına olan samimi inanç ve bağlılığı ile milletlerin ve halkların bağrında taht kurmuştu. Meziyetleri anlatmakla bitmeyecek asil bir liderdi. Ümit edelim ki, bugünkü devlet yöneticileri onu inceleyip , ondan örnek alsınlar. Türklerin o zaman yaptıkları ayinler o kadar mükemmel ve dikkat çekici idi ki, putperest dünya o güne kadar böyle bir şeye sahip olmadığı için olanları büyük bir hayranlıkla seyrediyordu. Türkleri sanki uzaydan gelmiş bir ırk gibi algılıyordu. Türklerin yaptığı her şey çok mükemmeldi. Haklarında pek çok efsane yazılıyor, anlatılıyordu.
Türkler, duaya çok önem veriyorlar ve bu dualarını topluca yapıyorlardı. Dualarını koro halinde söylenen ilahilerle yapıyorlardı. Her yerde Tanrı’yı temsil eden haçları vardı. İnsanlar duaya çan sesleri ile davet ediliyorlardı. Görüldüğü gibi bugün Hristiyanlarca uygulanan bir çok ritüeller , o zaman ki Türklerin uygulamalarından alınmış şeylerdir. Bütün bu uygulamalarla Altay ve Kuşan Hanlığı doğunun manevi merkezi oldu. İnsanlar buralara cennete gider gibi gitmeye başladı. Eski coğrafi haritalarda gösterildiği üzere Altay bölgesi, gerçekten bir dünya cenneti idi. Buraya “Aden” deniyordu.
Kuşan Hanlığı’nda, Ganhar’da, muhtemelen daha önceleri Altay’da yabancılar için sanat okulu ve din eğitim merkezi açılmıştı. Yabancılar bu merkezde eğitim görüyorlardı. Rivayete göre, Altay’daki eğitim merkezine Hz. Musa ve onun peşinden Yahudi Yaşeu’da gelmişti. Hıristiyanların “Apokalisis” adlı kitabında yazıldığı üzere, Yaşeua Roma İmparatorluğu’na Gökyüzü Süvarisi diye adlandırılan Hz. İsa hakkında bilgiler aktarmıştır. Roma İmparatorluğu’nda Hz. İsa için “Lisus Hristos”, yani “Tanrıyı Gören İnsan” adını takmışlardı.
Hindistan ve Tibet’li din adamları, sürekli Kuşan Hanlığını ziyarete geliyorlardı. Aralarında büyük bir manevi bağ oluşmuştu. Buda dini tarafları da Kuşan’ın etkisinde kalarak Tanrı adını ve onun inancını kabul ettiler. Böylece Budizm inancında yeni bir akım daha ortaya çıktı. Bu yeni din akımı daha sonra Lamaizm diye adlandırıldı. Erke Han Budistler tarafından azizler sınıfına dahil edildi. Dualarında hep onun adını zikretmeye başladılar. Erke Han kendini asaleti, fazileti, inancı, bilgeliği ile dünyaya tanıtmış. Dünyanın ve düşmanlarının dahi saygınlığını kazanmış, asil bir Türk Hanı aynı zamanda değerli bir kumandandı. Dejenere olmamış, başkalarının buyruğuna girmemiş, her şeyi başkalarından alarak değil , kendi dehasıyla yaratmış bir Türk milletinin asil lideriydi.
Bütün bu değerli bilgileri bize sunan, değerli bilim adamı Murad Adji’ye teşekkür ederim. Moskova’da yaşayan bir Türk bilim adamı olarak , kendisi Türk tarihine ve Türklerin bilinmeyen veya başkalarınca bilinip de üstü örtülen yönlerini açığa çıkarmaya adamış bir kişi. Gönül isterdi ki, Türkiye’de yaşayan birçok tarihçimiz ve arkeoloğumuz bu konuda uğraş verip uçsuz bucaksız Türk tarihinin bütün yönlerini ortaya çıkarsınlar. Gerçek Türklerin kim olduğunu, yüzsüz, entrikacı batılıların itiraz edemeyeceği şekilde gözlerinin içine soksunlar. Onların bin bir yalan katarak, iftira ederek söyledikleri, yazdıkları gibi, Türklerin medeniyetsiz ve ilkel bir toplum olmadığını göstersinler. Ben bunları yazarken çocuklarım bile neredeyse, dünyada herkesin Türk olduğunu iddiaya kalkışıyorsun, diye bana itiraz ediyorlar, pek de yanlış değiller. Bu gerçekler hamasi nutuklar dışında bunların önlerine belgeler halinde, anlaşılır bir lisanla konmamış ki, bu bilgileri topluca nereden öğrensinler. Tarihimiz bile hep bölük pörçük anlatılmış. Ancak yakın tarihimiz hakkında bir şeyler biliyoruz. Kadim tarihimizi bilmiyoruz. Bildiklerimiz de yüzeysel bilgiler . Bütün bu bilgilerin sıkıcı tarihi terimlerle ve bol rakamlarla yazılması yerine daha sade ve akıcı bir lisanla , herkesin anlayacağı tarzda yazılması halinde belki milletimiz, özellikle gençlerimiz geçmişimizi öğrenir.
Zira gençlerimizin büyük bir çoğunluğu hiçbir şey bilmediği gibi okumayı, öğrenmeyi de pek sevmiyorlar.
Büyük Göçler
Gittikçe artan Altay nüfusunu beslemeye, iklimi çok sert olan Altay’da yetişebilen sınırlı sayıdaki ürünler yetmemeye başlamıştı. Kuşan hanlığının İran’daki hakimiyetinin ve başarılarının da etkisiyle Altay’dan Asya bozkırlarına göç başladı. Esasında Asya bozkırlarının ağaç ve ormandan yoksun olması, dağ ve ırmaklarının bulunmaması, dağlarda ve ormanlarda yaşamaya alışmış, evlerini ağaçlardan yapan, yönlerini dağ ve ırmaklarla bulan Altaylıları çok ürkütüyordu. Buralara adapte olmak zordu. Buna rağmen bir grup Altaylı, aileleri ve sınırlı sayıdaki hayvanları ile beraber Asya bozkırlarına göçü başlattılar.
Altay’dan bozkırlara göç eden insanlara “Kıpçaklar” dendi. Kıpçak kelimesinin Altay’daki anlamı “yeri dar gelenler” idi.
Böylece Asya bozkırlarında yaşamakta olan Oğuz Türklerine komşu olarak, Altay Türkleri de gelmiş oldu. Her ikisi de aynı aileden olmasalar da asılları aynıydı. Her ikisi de Türk’tü ve amca çocukları gibi idiler. Kıpçaklar (Altaylılar) beyaz tenli, sarışın, mavi gözlü olmasına mukabil, Oğuz Türklerinin büyük bir kısmı çekik gözlü, koyu renkli saçları olan esmer kişilerdi. Çükü onlar bozkırların kadim insanlarıydı.
Kıpçaklar, Asya bozkırına gelirken yanlarında, Altay’da uygulanan bütün teknolojileri; demir işleme tekniklerini, tuğla yapma bilgisini, demirden aletlerini, velhasıl Altay’da öğrendikleri her şeyi beraberinde getirdiler. Bütün bu teknolojileri uygulayacak tecrübeleri ve ustaları da beraberlerinde idi.
Altay’dan getirdikleri bu imkanlarla kısa zaman içerisinde bozkırlarda, şehirler ve yerleşim yerleri kurdular. Yollar yaptılar, nehirler üzerine köprüler kurdular. Kısa zamanda kurulan bu şehirler göz kamaştırıcı idi. Böylece bozkırlarda Kıpçak (Altay Türkleri) Hanlığı kurulmuş oldu.
O devirde her türlü taşıma işinde; Araplar deveyi, Hintliler fili, Çinliler öküzü, İranlılar eşeği kullanırken, Türkler atı kullanıyordu. Ancak araba nedir, kimse bilmiyordu. Şehirler kurulurken bütün malzemelerin sadece insan gücüyle ve hayvanlar sırtında taşınması çok zordu. Bu zorluğu aşmak için Türklerde yeterli bilgi birikimi vardı.
Kıpçaklar, tekerleği ve tekerlekli arabayı buldular. Bunlara “Telegan” dediler. Bu teleganlara at koşum düzenini buldular ve arabaları atlara çektirmeye başladılar. Kurdukları şehirlerin inşaat malzemelerini bu arabalarla taşıdılar. Bu uygulama dünyada tek uygulamaydı.
Daha sonra bu arabaları geliştirip, büyüttüler. Bunlar üç at tarafından çekilen, çok daha hızlı giden arabalardı. Bunun adına da “Briçka” dediler. Bu briçkalarla şehirler arasında çok hızlı giden posta servisleri kurdular.
Bu arabalar için şehir içlerinde ve şehirler arasında uygun standartta yollar yaptılar.
Binek atlarına eyer takımı, üzengi, gemlik gibi sistemleri geliştirerek atları çok süratli ve marifetli kullanmayı sürdürdüler. At en büyük silahları idi.
Bozkırda orman olmadığı için binalarını tomruk yerine tuğla ile yapıyorlardı. Bu binalarda ısı tecrit malzemesi olarak keçi kılı kullanıyorlardı.
Arabalar üzerinde geliştirdikleri, seyyar evlerle çok kısa sürede yerleşim yerleri kuruyorlardı. (Bugünün konteyner mahalleleri gibi)
Tiftiği üstün bir teknoloji ile işliyorlar, bundan su geçirmez pelerinler ve şık giyecekler yapıyorlardı.
Tiftikten (keçi kılından) desenli kilimler ve çizmeler yapıyorlardı.
Altay’da öğrendiklerine ilaveten daha bir sürü icatlar yapmışlar ve yapıyorlardı. Günlük yaşamlarının en lüzumlu mutfak aleti olan semaveri buldular.
Bu buluşlar ve gelişmelerle yoktan var ettikleri bozkır şehirlerinde ve yerleşim bölgelerinde Kıpçaklar beş nesil geçirdiler. Bu arada nüfusları arttı ve artık bozkıra da sığmamaya başladılar. İşte bunun sonucunda büyük göç denen batıya ilk göçler başladı. Batıya yapılan ilk göçü Aktaş Han başlattı. Tarih M.S. 300 idi.
Aktaş Han’ın ilk durağı, Kafkasya’da adına İdil Nehri dedikleri, bugünkü Volga Nehri ve Hazar Denizi civarı oldu. Aktaş Han bu bölgede, yani İdil’de yeni bir ülke kurdu. Kurulan bu ülkeye “Dest-i Kıpçak “ adı verildi. Dest-i Kıpçak, Kıpçaklar Ovası, Bozkıra Göç Eden Türklerin Yurdu anlamındadır.
Aktaş Han Hazar Denizi’nden, Urallara kadar bir çok şehirler kurdu. Bu şehirlerin çoğunun kalıntıları net bir şekilde bulundu. Bu şehirleri kurarken bazı direniş ve kanlı kavgalar da olmuyor değildi. Ama bütün bunlara rağmen Aktaş Han Kafkaslar ‘da büyük bir Türk Devleti kurmuştu.
Aktaş Han’ın kurduğu, ülkenin güney sınırında İranlılar tarafından kontrol edilen bir Derbent şehri ve şehrin de surları vardı. Bu şehrin sonrası Roma İmparatorluğu toprağına geçebilmek için bu Derbent surlarından geçmek lazımdı. Başka geçit yoktu. Ama İranlılar Aktaş Han’a bu geçitten geçme izni vermiyorlardı.
O dönem İranlılar da güçlüydü, Ermenistan’ı yenmişler, Derbent setlerinin tam hakimi olmuşlardı. Aktaş Han’a geçit müsaadesi vermiyorlardı. Bu setleri atlı süvarilerle geçmek mümkün değildi.
Bu arada Aktaş Han’ın Kafkaslar ‘da kurduğu devlet güçlendikçe güçleniyordu. Aktaş Han hiç görmediği Roma İmparatorluğu topraklarına biran evvel girmek için sabırsızlanıyordu.
M.S. 3. asrın sonlarına yaklaşılmıştı. Avrupa’da putperestler ile Hıristiyanlar arasında mücadele sürüyordu. Romalılar Jüpiter’e, Yahudiler putperest tanrılara Elohim’e tapıyorlardı. Her yerde çok tanrılılık ve zulüm hakim olmuştu. Hıristiyanlar ise, bu tanrıların hiç birini kabul etmiyorlardı. Ermeniler putperestti. Hıristiyanlar kendi efsanelerine göre Gök Tanrısı elçisinin habercilerinin gelmesini bekliyordu. Şimdi o haberci süvariler Kafkaslar’ a gelmişlerdi. Artık bundan sonrası bir inanç savaşına doğru gidiyordu.
Ermenilerin henüz 16 yaşındaki genç din adamı Grigoris, Kuşan Han’la görüşmek üzere müsaade talebinde bulundu ve talebi kabul edildi.
Grigoris, babası din adamı Grigorriy’nin rüyasında gördüğü, bayraklarında haç resmi olan Gök Tanrısı inancını taşıyan bir milletin Roma İmparatorluğu’nu yıkacağına dair efsaneye inandığı için Aktaş Han’dan ziyaret talebinde bulundu.
Grigoris, Kıpçaklardan, Ermenilere harp sanatını öğretmelerini ve Gök Tanrı inancını kabul etmek istediğini bildirmeye gelmişti. Grigoris, Erke Han’ın faaliyetlerinin aynısını Avrupa’da yapmak istediğini bildirdi. O tarihte Avrupalılar, Gök Tanrı hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Türklere kıyasla Avrupa inanç konusunda çok geri idi. Avrupalılar için Türklere demiri veren Tanrı’ya inanmak ulaşılmaz bir değerdi. Çünkü demirin gücü tartışılmazdı, tunçtan yapılan her şeyi ikiye bölüyordu. Eğer Kıpçaklarla Romalılar kapışırsa Romalıların kaybedeceğine Romalılar çok inanıyorlardı. Bu yüzden de Gök Tanrısı inancına sahip Kıpçakları destekliyorlardı. Özellikle Ermeniler buna çok inanmışlardı. O zaman Türklerde vaftiz geleneği vardı. Bu nedenle Grigoris’i kutsanan suya üç defa batırarak vaftiz ettiler. Bu vaftiz o kişinin Türk dünyasına girişini onaylamak anlamındaydı. Bu inanç Altay töresinden idi. Altaylılar yeni doğan bebekleri doğar doğmaz buzlu suya batırıyorlardı. Ondan sonra bebek yaşarsa güçlü oluyordu, yaşamazsa fazla üzülmüyorlardı.
Vaftiz, kadim Türk geleneğidir. Sonradan Hıristiyanlar buna sahip çıkmışlardır.
Vaftiz yapıldıktan sonra Tanrı inancını kabul eden, ilk Avrupalı Ermeni Piskoposu Grigoris oldu. Bu olaydan sonra Türkler ona dünya ağacının sırrını açtılar. Grigoris’e, Türklerin Tanrıyı kutsama anlamına gelen sağ elinin baş parmağı ile dördüncü parmağını (yüzük parmağı) birleştirmesine izin verilmiştir. Bu işaret aynı zamanda ilahi huzuru ve barışı simgeliyordu.
Hıristiyanlar haçın gücünü ve istavroz çıkarmayı da Türklerden almışlardır. Daha önce bunu bilmiyorlardı.
Türkler bu görüşmelerden sonra, putperest olmayan, Tanrıya inanan, Hıristiyanlığı desteklemeye karar verdiler. Hatta Ermenilerin Derbent’te Avrupa’nın ilk kilisesini kurması için Grigoris’e yardım ettiler. Böylece Kıpçaklar Hıristiyanlığın hamisi oldular. İlk Hıristiyan Kilisesi M.S. 301 yılında Ermenistan’da kurulmuş oldu. Ancak kilisede nasıl ayin yapılacağını bilmiyorlardı. Bunu da Türklerden öğrendiler. Kiliselerinde Türk usulü ayin yapmaya başladılar.
Buradan da anlaşıldı ki, dünyada ilk Hıristiyan Kilisesi’ni kuranlar Türklerdir. Ermeniler aracıdır.
Türkler, kilisenin başına geçen Grigoris’e, Odaktaş ve katılan anlamına gelen “Katılık” unvanını verdiler. Bu kelime sonraları Katolik olarak kullanılmaya devam etti.
Tarihin cilvesine bakın ki, Romalıların Grigoris hakkında uydurdukları yalan ve iftiralara inanan Kıpçaklar Avrupa’daki en yakın dostları ve savunucuları olan Grigoris’i atın kuyruğuna bağlayarak idam ettiler.
Grigoris’in defninin 9’ncu gününde, mezarının bulunduğu dağın susuz zirvesinde, hemen mezarı yanından bir şifalı su topraktan fışkırmaya başladı. Bunu gören Türkler, yaptıklarından çok pişmanlık duyarak, kalabalık gruplar halinde Grigoris’in mezarını ziyaret ile ona dualar okumaya başladılar, onu aziz olarak kabul ettiler. Mezarın bulunduğu dağ başında bir yerleşim yeri oluştu. O kutsal mezarın yanından fışkıran kutsal su da şifa dağıtmayı sürdürdü. Halen o pınarın korunmakta olduğu söyleniyor.
Türklerin Hıristiyanları desteklemesi ve himaye etmesi o zamanlar putperest olan Roma İmparatorluğu’nu ve Yunanlıları çok endişelendiriyordu. Ancak Türklere güç yetiremeyecekleri için Türkler hakkında bir sürü entrikalar çeviriyorlardı. O tarihlerde Roma İmparatorluğu yıkılmış, ülkede büyük bir kargaşa var ve yeni imparatorluğu kurmaya çalışıyorlardı. Eskiden tek ve büyük imparatorluk şimdi doğu ve batı diye iki hizibe ayrılmıştı. İnsanlar arasında tek tanrı inancı gittikçe yayılıyordu. Özellikle Yunanlılar Gök Tanrısı gücüne sahip olanın bu dönemde imparatorluğa da sahip olacağına inanıyorlardı. Bu nedenle bir sürü siyasi entrika çevirerek Türklere (Kıpçaklara) yanaşmaya çalışıyorlardı. Nitekim, güya Gök Tanrısı inancını öğrenmek bahanesi ile Kıpçaklara gittiler. Gayeleri bu inancı kabul etmek değil, Türkleri yanlarına alıp, Roma’yı tamamen ortadan kaldırıp Bizans’ı kurmaktı. İmparator seçimle seçiliyordu. Ortada yedi aday vardı. Bir tanesi de Yunanlı Konstantin idi. Konstantin elinde askeri gücü olmamasına rağmen, her türlü entrikayı mubah sayan başarılı bir siyasetçi idi. Bu yüzden Kıpçakları bile ikna edip, kendi yanına almıştı. Kıpçaklar çok güçlü idi, her şeyi mertçe ve dürüstçe yapıyorlardı. Fakat siyasetten anlamadıkları için, maalesef çok kolay kandırılabiliyorlardı. Nitekim Kıpçakları hangi yalanları ile ikna ettiyseler M.S. 312 yılında Türk süvarileri ani bir baskınla Roma askeri gücünü dağıtarak imparatorluğun başında bulunan Macsentsius’u da öldürmüştü. Türkleri yanına alan Konstantin şimdi çok daha güçlü imparator adayıydı. Gayesi Batı Roma İmparatoru olmaktan ziyade Doğu Roma İmparatorluğunu yani Bizans’ı kurup onun imparatoru olmaktı.
Konstantin, gayesine ulaşmak için yalandan da olsa Hıristiyanlığı kabul etmek istediğini Kıpçaklara bildirdi. Çünkü Kıpçaklarla ittifak kurmak ona büyük yarar sağlıyordu. Böylece Yunanlılar Hıristiyanlığı yani tek tanrı inancını ilk defa Konstantin zamanında kabul etmiş oldular. Kıpçakların korkusundan ve onlara olan ihtiyacından dolayı zoraki Hıristiyan oldular.
Konstantin ise, ne kadar tek tanrı dinini kabul etmiş görünse de, hep putperest olarak kaldı. Konstantin siyaset bilmeyen Türkleri hep kandırmaya devam etti. Türklerin ülkesinde yerleşmesine, en iyi imkanlara kavuşmasına yardımcı oldu. Türk askerlerini hep yanında ve çevresinde tutmak için onlara çok iyi davranıyordu. Türk adet ve geleneklerini, Türk ibadet şeklini uyguluyordu. Binlerce Kıpçaklı Yunanistan’a taşınmış, hepsi el üstünde tutuluyordu. Tatillerini bile Türklere göre Pazar günü olarak değiştirmişlerdi. Konstantin asıl gayesi olan Bizans İmparatoru olabilmek için her şeyi yapıyordu. Nitekim Türkleri yanına alan Konstantin M.S. 324 yılında imparator olarak Bizans’ın yeni başkenti olan Konstantinopolis’in (İstanbul) temelini attı. Yeni başkentin inşaatını Türk ustalarına bıraktı. Her şeyi doğru ve usulüne göre inşa etmelerini istedi.
Böylece Bizans’ı , tek tanrıcılığa hizmeti ve onu yerleştirmeyi şiar edinmiş olan, Kıpçaklar kurmuş oldu. Fakat sahibi, hiçbir askeri gücü olmayan siyaset cambazı Konstantin oldu.
Türklerin koruması altında gittikçe kuvvetlenen Yunanistan, bölgesinde bir güç olmaya başladı. Mısır’a, Filistin’e, Suriye’ye hatta Roma’ya bile şartlar öne sürmeye başladı. Kendini güçlü hissetmeye başlayan İmparator Konstantin Türklerin tek tanrı inancından kurtulup, kendine göre bir inanç sistemi kurmak için entrikalar çevirmeye başladı. Gayesi Hıristiyan Kilisesini, Türk usulüne göre değil, Yunan inanç sistemine göre tanzim etmek istiyordu. Buradaki maksat Türk Tanrısı , tek tanrı yerine , Tanrı ve Hristos’u (Hz. İsa) aynı sıfatla yani ikisinin birden tanrı olarak anılmasını onaylatmak istiyordu.
Bu maksatla, M.S. 325’de Konstantin Nikea (İznik) şehrinde bütün ülkelerin üst düzey Hıristiyan din adamlarını toplantıya çağırdı. Bu toplantı Ruhban Toplantısı idi. İznik Konsülü olarak tarihe geçti. Eğer bu toplantıda, Türklerin tek tanrısı yerine, Yunanlı görüşü olan (Tanrı + İsa)’nın müşterek tanrı olarak anılmasını onaylatması halinde, Türkleri daha önce kurdukları kiliselerde yaptıkları ayini de, yeni inancın içine sokarak büyük bir yeni inanç sistemi ortaya koymaya çalışıyordu. Bu fikre bazı ülkelerin din adamları karşı çıktı. Onlara göre Tanrı ruhtu, insan ise, Tanrı’nın yarattığı bir kuldu. Bu kul ancak Tanrı’nın yazgısıyla dünyaya gelir ve tanrının yazgısıyla dünyadan gider. Bu ikisi nasıl eşdeğer olur diye şiddetle itiraz ettiler ve bu fikri reddettiler. Bütün bu itirazlara Konstantin şiddetle direndi ve onları aşağıladı. Sonunda Hristos’un (Hz. İsa’nın) öğrencilerinden birisinin notlarını bulduklarını iddia ederek “Yeni Vasiyet” diye bir belge ortaya sürdüler. Yazılanların çoğu Yunanlıların yalanı idi. Bazı şeyler Buda’nın hikayelerinden alınmıştı. Bu kitap başka siyasetçiler tarafından da birkaç defa yazılmıştı. Gerçek inançla ilgisi tartışmalıydı. Böylece Hristiyanlığın ilk kitabı İncil, dinden çok uzak olan siyasetçiler tarafından bir inancı temsil etmek yerine, sadece Yunanistan’a siyasi güç kazandırmak için yazılmıştır. Dolayısıyla dini inançlar siyasete alet edilmiştir, diyenler var. Böylece Hıristiyan kilise uygulamaları ve inancı , Türklerin tek tanrı inancından ayrılmıştır.
Bütün bunlar olurken Kıpçaklar, başka bir Türk boyu olan güçlü Alanlılarla mücadele halinde idiler. Dolayısıyla İznik toplantısından haberleri bile olmadı. Yunanlılar da bunu fırsat bilerek, bu boşluktan istifade ile istediklerini aldılar. Kıpçaklara çok büyük bir oyun oynadılar. İncil’in ortaya çıkış hikayesinin bu olduğu söylenir.
Avrupa’ya Doğru Yola Çıkış
Kıpçaklar Don Nehri Havzası’nda hayli genişlemiş olmasına rağmen nüfusları artmaya ve bu topraklara sığmamaya başladılar. Biran evvel Avrupa bozkırlarına gidip yeni yurtlar kurmayı istiyorlardı. Kıpçaklar gelenek olarak var olan bir ülkeyi istila edip, onların şehirlerini ve topraklarını ellerinden almıyordu. Boş olan bozkırları ve toprakları işgal edip oralarda yeni şehirler kuruyorlardı. Don Havzasından Avrupa’ya geçiş yolunu ‘Alanlar’ diye çok harpçi başka bir Türk boyu tutuyordu. Romalıların ve Yunanlıların arka çıkması ile Alanlar, Kıpçakların Avrupa’ya giden yollarını kesiyorlar ve bir türlü onlara geçit vermiyorlardı.
M.S. 370 yılına gelindiğinde Kıpçakların başına Balamir Han geçmişti. Balamir Han’ın adamları geliştirdikleri yeni , üstün nitelikli silahları ile Alanlara saldırarak çok kanlı bir savaştan sonra Alanları ortadan kaldırdılar. Savaş çok kanlı ve acımasız olmuştu. Bir nesil tümüyle yok edildi.
Alanları ortadan kaldırdıktan sonra Türkler Avrupa topraklarında ilerlemeye ve her boş bozkıra yeni şehirler, yollar ve bir çok sanat yapıları yapmaya başladılar. Rusya’nın büyük bir kısmı tüm Kafkaslar, Ukrayna, Balkanlar Türklerin işgali altındaydı. Romalılar, Yunanlılar her yıl Türklere yüklü miktarda haraç ödüyordu.
M.S. 434 yılında, çok genç yaşında Atilla, Kıpçak Devleti’nin başına oturdu. Atilla artık o dönemde dünyanın en büyük devletlerinden birisi olan Kıpçakların Han’ı idi. İlk başlarda devleti kardeşi ile birlikte yönetiyorlardı. Romalılar ve Yunanlılar (Bizans) iki kardeşi birbirine düşürmek için türlü türlü entrikalar çeviriyorlardı. Hatta birkaç kere Atilla ve kardeşi için suikast teşebbüsünde bulunmuşlar, fakat hiç birisinde de başarılı olamamışlardır.
Atilla, devlet yönetimine barışla başladı. M.S. 435’de Romalılarla ve Bizanslılarla yaptığı barış görüşmelerinde onlara kendi şartlarını kabul ettirdi. Romalılar ve Bizanslılar her yıl Atilla’ya 300 kilo altın tutarında haraç ödemeyi kabul etiler. Çünkü Atilla’nın kuvvetlerine karşı çıkma güçleri yoktu. Atilla Romalılarla ve Bizans’la (Yunanlılarla) bu anlaşmaları yaptıktan sonra , Dest - Kıpçak hudutlarını Kuzey Avrupa’ya doğru genişletmeye başladı. Polonya’da, Litvanya’da ve Letonya’da yeni şehirler kurmaya başladılar. Ta Baltık kıyılarına kadar her yeri işgal ettiler. Saksonya, Bavarya, Savoya, Katalonya, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Çek, Polonya , Macaristan, Avusturya Türk toprakları haline geldi. Kıpçaklar o kadar büyümüştü ki, Roma İmparatorluğu’nun en haşmetli olduğu zamanki sınırlarının dört katından fazlaydı. Doğu ve Batı Hudutları arasındaki mesafe bir atlı ile sekiz ayda gidilebiliyordu.
Kıpçakların çok güçlenmiş olması Romalıları ve Bizans’ı çok tedirgin ediyordu. Bu yüzden çeşitli entrikalar ve Hıristiyanlığı da kullanarak Kıpçakları birbirine düşürmeye çalışıyorlardı. Zira askeri bakımdan onlarla başa çıkamayacaklarını biliyorlardı. Yaptıkları menfi propaganda semeresini gördü. Atilla ile kardeşi arasında ihtilaflar başlamıştı. Bunu kendi lehlerine yorumlayan Bizanslılar Kıpçaklara haraç vermeyi reddettiler.
Daha sonra Atilla, kardeşi ile barışarak aralarındaki sorunu çözdü. Tekrar birlik haline geldiler. M.S. 441 yılında Atilla Bizanslıların üzerine yürüyerek yıldırım hızıyla Yunanlıları mağlup ederek, şehirlerini yerle bir ettiler. Çaresiz duruma düşen Bizanslar , Atilla’ya yalvararak tekrar barışın sağlanması için her türlü haraç ödemeye hazır olduklarını beyan ettiler. Bizanslılar bir defa daha Kıpçakları kandırmayı başardılar ve bunun üzerine Atilla Balkanlar’dan geri döndü.
Aradan bir yıl geçtikten sonra yedikleri tokattan ders almayan Yunanlıların ve Romalıların Hıristiyan ajanları yine fesat çıkarmaya başladılar. Bunun üzerine Atilla tekrar Bizans’ın üzerine yürüyerek, Bizans ordusunu tümüyle imha etti. Hiç birine kurtulma şansı tanımadı. Bu bir yerde kardeş katliamı da oldu. Zira Bizans ordusunun çoğunluğunu , daha önceleri Yunanistan topraklarına göç etmiş olan Türkler teşkil ediyordu. Bunlara Hıristiyan Kıpçak Federatlar deniyordu.
Atilla bu hareketle Konstantinopolis’in (İstanbul) kapısına kadar dayandı. Konstantinopolis’liler korunmasız bir şekilde Atilla’nın merhametine sığındı. Türklerin prensibinde hiçbir şehri ve yerleşim yerini işgal etmek diye bir kavram olmadığı için, Atilla savunmasız Konstantinopolis’i (İstanbul) almaktan vazgeçti. Yine Yunanlıların oyununa gelmişti.
Çok kısa süre sonra Yunanlılar eski alışkanlıklarına dönerek, bu sefer güzel kızlar, pahalı hediyeler kullanarak çevirdikleri entrikalarla Atilla’nın kardeşinin öldürülmesini sağladılar. Atilla artık tahtta yalnız kalmıştı.
Bu acı olaydan sonra Atilla, M.S. 447 -448’de bu sefer daha merhametsiz bir şekilde Bizanslıların üzerine yürüyerek bütün Bizans ülkesini yerle bir etti. Bizanslılar , Kuzey Balkanları Türklere bırakarak geri çekildi. Kıpçakların hududu Akdeniz’e ve Konstantinopolis’e (İstanbul’a) dayanmıştı. Avrupa’da hiç kimsenin Atilla’ya karşı çıkacak gücü kalmamıştı. Devamlı artan Kıpçak nüfusu nedeniyle pek çok Kıpçak Türk’ü Avrupa topraklarına göç etmeye devam ediyordu. Bunlar özellikle o günkü adı Galya olan Fransa’ya yerleşiyorlardı. Orada Tuluza isimli başkentlerini bile kurmuşlardı. Diğer bir bölümü de Kuzey İtalya’ya yerleşmişti. Bunların arasında çok değerli asker ve eğitimli kişiler vardı. Daha sonra bunlar Kıpçakların hasımı olmaya başladılar.
M.S. 449’da Bizanslılar, Bizans elçisi Priskos Başkanlığında bir heyeti, barış şartlarını görüşmek üzere Atilla’ya gönderdiler. Kızgınlığı geçmiş olan Atilla, onları iyi karşıladı, sofrasında ağırladı. Fakat onlara artık güvenmiyordu. Bu nedenle de onlarla olan görüşmelerde sert davranıyordu. Önce Galya’da (Fransa’da) yerleşmiş olan yüzlerce kaçak Kıpçak hainlerinin yerlerini bildirerek, isimlerini de vererek bunların iadesini talep etti. Ancak gelen heyet onların varlığını bile inkar etti. Yine yalan söylemişlerdi. Bunun üzerine gelen heyeti saraydan kovdu.
Bu arada Avrupa’da, daha önce çocukluğundan beri Atilla’nın yanında yetişmiş, onun tarafından eğitilmiş ve sadık adamı olmuş, fakat sonra Roma’ya dönerek Roma ordusunun başkomutanı olmuş olan Aetius’un önderliğinde Atilla’ya karşı savaşmak üzere bir Avrupa ordusunu hazırlıyorlardı.
Atilla elçileri kovduktan sonra , yıldırım hızıyla Galya’ya (Fransa’ya) girerek orada yerleşmiş olan bütün kaçak Kıpçakları yakalayarak, kurduğu mahkeme kanalıyla hepsini idama mahkum ederek yok etti.
Bu olayın akabinde askeri hazırlıklarını tamamladığına inanan Aetius, Atilla’ya harp ilan ettiğini bildirdi. Bunun üzerine Aetius üzerine yürüyen, biraz mücadeleli bir savaştan sonra Aetius’un Birleşik Avrupa ordusunu yendi. Sağ kalan askerleri de affedip evlerine gönderdi. Daha sonra Avrupalılar Atilla’nın zaafını istismar ederek savaşta yenildiğini iddia ettiler. Fakat Atilla yenilmemişti. Atilla Kuzey İtalya’da özellikle Milano’da yerleşmiş olan kaçak ve hain Türkleri’ de yok edip, Milanoyu harap ettikten sonra Roma’ya kadar yürüdü. Roma Piskoposu Leo ve bütün Roma asilzadeleri Atilla’yı karşılayarak kendisine yalvarıp, merhamet dilediler. Roma Papası, Atilla’nın önünde diz çökerek yalvarıyordu. Atilla Roma İmparatorunun elinde bulunan Haç’a olan saygısı nedeniyle savaşı orada bitirdi ve Roma’ya zarar vermeden evine döndü. Böylece Atilla yine aldatılmış oldu.
Bu olayda sonra, nereden ve kim tarafından ortaya çıkarıldığı bilinmeyen İldik adında çok güzel bir kız Atilla’nın karşısına çıkarıldı. Atilla görür görmez bu kıza aşık oldu. Zira Atilla duygulu bir insandı. Bu tesadüfü araştırmaya gerek duymadı. Derhal düğün ziyafeti tertipleyerek, bu kızla evlendi. Sabahleyin Atilla odasından çıkmadı. Adamları öğleye kadar Atilla’yı sabırsızlıkla beklediler, yine de odasından çıkmayınca kapıyı kırıp içeri girdiklerinde, Kıpçakların büyük başbuğu ölmüş halde kanlar içinde yerde yatıyor ve meçhul kız da yanında oturuyordu. Bütün Avrupa’nın, haşmetli Roma’nın ve Bizans’ın orduları Atilla’yı öldürememişti. Ancak bıkmadan, usanmadan uygulanan entrikalar sonunda Atilla’yı öldürmüşlerdi
Bu olaydan sonra Desti - Kıpçak halkı çılgına döndü. Kendilerine zarar verecek kadar matem gösterilerinde bulundular. Ne yaptıklarını bilmeyecek kadar çılgınlaşıp birbirlerine düştüler. Muhteşem bir cenaze merasiminden sonra bir gece vakti Atilla’yı bilinmeyen bir yere gömdüler. Mezarının yeri belli olmasın diye defni yapan insanları da öldürdüler. Böylece Atilla’nın gömüldüğü yer sır olarak kaldı.
Törelere göre, tahta çıkmak Atilla’nın büyük oğlu Ellak’ın hakkı idi. Ama ona da iftiralar atarak ölümüne sebep oldular. Bunun üzerine ülkede iç savaş başladı. Çılgınca herkes birbirini öldürüyordu. Kardeşler ve soylar birbirine hasım olmuşlardı. Roma vaizleri ve ajanları bu olayları sürekli körüklüyorlardı. Entrika, yalan, iftira diz boyuydu.
Böylece büyük kavimler göçü, Kıpçakların birbirine düşmesiyle son bulmuştu. Uzun süre iç kavgalar sonucunda Desti – Kıpçak Devleti dağıldı.
M.S. 500’ler de dünyanın en büyük devleti haline gelen Kıpçaklardan bir çok devlet meydana geldi. Sadece Avrupa’da Avstrazya, Almanya, Bavarya, Burgunda, Bohemya gibi bir çok Türk Devleti ortaya çıktı. Asya’da da bir çok devlet oluştu. Bu devletlerin kimi Roma kanunlarını uyguladı, kimisi de seçimle gelen Kağanlar tarafından yönetildi.
Kurulan bu devletlerin bazılarının coğrafi yapısına baktığımızda şöyle bir tablo görürüz.
Avstrasya, Avrupa’nın göbeğinde yeni bir Türk Devleti idi. Bugünkü Fransa , Lüksemburg, Belçika, İsviçre, İspanya’nın bir kısmı, Güney Almanya ve Avusturya bu devletin sınırları içerisinde idi.
Avstrasya’dan sonra ortaya çıkan Avar kağanlığının hudutları içerisinde de bugünkü Çek, Macaristan, Polonya, Litfanya, Letonya, Hırvatistan ile Almanya’nın bir kısmı bulunuyordu. Bu her iki Kağanlıklarda da Avrupa’ya yerleşmiş Türkler yaşıyordu.
Ukrayna Kağanlığı hudutları içinde ise, bugünkü Ukrayna, Moskova Nehrine kadar olan Rusya’nın bir kısmı bulunuyordu.
Büyük Bulgaristan Kağanlığı içerisinde bugünkü Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Güney Rusya ve Ukrayna’nın bir kısmı bulunuyordu.
Kurulan bütün bu yeni devletlerin bayraklarında eş kenarlı haç işareti vardı.
Büyük Hakan Atilla’nın kahpece öldürülmesi ile dağılan Desti Kıpçak arkasında böyle bir yapılanma bırakmıştı.
Amerikalı Gene D. Matlock, yazdığı kitapla “Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türk’sünüz” demekle mübalağa etmiş olmuyordu.
Bütün bu bilgileri dünyaya sunan Murad Adji’de Türklük adına çok az kimseye nasip olan bir şerefe sahip oluyordu. Türk dünyası ve hepimiz kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır.
Gene D. Matlock koyu bir Hıristiyan olarak, Türklerin Gök Tanrısı dini felsefesinin Hıristiyanlığı büyük oranda desteklemesi nedeniyle bu araştırmanın içine girmiş olsa da, gerçeği görerek Türk dünyasını desteklemesi de bizim için teşekküre şayandır.
Bütün bu olayların sonucunda görüldüğü üzere Türk ırkı hep mert, dürüst ve inançlı olarak ve başkalarının kumandasına girmeden kendi yaratıcı gücü ve cesareti ile zirveye çıkmıştır. Fakat zirvede kalmak için bu meziyetlerin olmasının yeterli olmadığı görülmektedir. Bunun yanında siyasi deha ve entrikalara karşı da duyarlı olmak gerekmektedir. Maalesef dünyanın en büyük devleti , siyaseti iyi beceremediği ve entrikalara duyarlı olmadığı, her seferinde kandırıldığı için bir gecede yıkılmıştır.
Şuandaki ülkemizin içinde bulunduğu duruma bakıyorum; Amerikalıların, Avrupalıların entrikalarından kurtulamıyoruz. Genellikle de çoğu zaman kandırılıyoruz. Kendi irademizle, kendi yolumuzda gidemeyip, onların çizdiği rotadan çıkamıyoruz. Her seferinde de kandırılıyoruz, Kıpçaklardan ne farkımız var. Demek ki, bu bize atalarımızdan gelen bir genetik kalıtım.
Atalarımızın büyük bir inançla, asırlarca sürdürdüğü sadece ve sadece tek tanrıya olan inancımızı bile aynı güzellikte sürdüremiyoruz. Sonradan kabul ettiğimiz İslam dininde de esas olan sadece ve sadece Allah’a inanmak ve sığınmak iken, sonradan onu mezheplere, tarikatlara bölerek mukaddes kitabımız Kuran’ı da bir kenara bırakıp bu mezheplerin ve tarikatların peşine takılmış gidiyoruz. Bunun içinde ne ülkemiz, ne de çevremizdeki İslam ülkeleri iflah olmuyor, huzuru bulamıyor. Şuanda İslam ülkelerinde düşmana karşı savaşılmıyor. Sözde Müslüman olan aynı milletin insanları birbirleri ile mezhep kavgası yapıyorlar. İşin tuhafı, sözde insani değerler adına biz de bu mezhep kavgalarında taraf oluyoruz. Geçmişte Romalıların, Bizanslıların yaptığı gibi İslam ülkelerini yönetenler de alabildiğine dini siyasete alet ediyorlar. Ortada eski Türklerin saf ve temiz inancına benzer bir inanç kalmamış. Her şey Tanrı’nın buyruklarına göre değil, mezheplerin ve tarikatların buyruklarına göre yürüyor. Bu mezhepler ve tarikatlar arasında da ciddi görüş ayrılıkları olduğu için herkes farklı bir yolda yürüyor. Tanrı’nın bizi yönlendirdiği yol tek bir yoldur. Eğer bu mezhep ve tarikatların farklı yollarını bırakıp, Tanrı’nın gösterdiği tek yolda yürürsek birliğimiz ve beraberliğimizi bozmadan farklı yollarda değil tek bir yolda yürürsek huzuru da buluruz, barışı da buluruz.
İslam devletlerini yönetenlerin bu mezhepleri ve tarikatları destekleyip, ülkelerinde ve İslam devletleri arasındaki ilişkilerde huzursuzluk ve kargaşa yaratmak yerine bir araya gelip, bir çözüm bulmaları gerekirken tam tersini yapıyorlar. Dünyanın ve İslam ülkelerinin huzura kavuşması için İslam ülke liderlerinin bir araya gelerek, halklarını ikna ederek Kuran’da olmayan ve sonradan insanlar tarafından icat edilen bu mezheplerin ve tarikatların yok sayılıp sadece ve sadece Kuran’ın gösterdiği tek yola yönelmeleri halinde İslam ülkeleri kurtuluşa erer ve huzura kavuşur. Aksi halde gidilen bu yoldan huzura kavuşmak mümkün görülmüyor.
Hele insanları inançlarına göre kategori etmek ve ona göre farklı yaklaşım sergilemenin ne hiçbir inanç da , ne insani değerlerde, ne de hiçbir demokraside yeri yoktur.
Altay Türklerinin ve Kıpçakların tarihlerinin iyi bilinmesi ve onların yaşamlarının ve sonlarının iyi analiz edilmesinde ve bunlardan ders çıkarılmasında yarar vardır. Dilerim birileri ileride de olsa bunu yapar.
1 Yorum
Yorum Yapın
email adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz *
Yaşar Özkan Hakkında
1932 yılında Nevşehir-Avonos’a bağlı Göynük köyünde doğdu.
İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra, 1950 yılında Tophane Sanat Okulundan ve 1955 yılında da o zaman ki adıyla “İstanbul Teknik Okulu” şimdiki “Yıldız Teknik Üniversitesi” Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu.
Sayın Özkan Tesadüfen gördüğüm makaleleriniz çok keyifli Yolunuzda ilhamınız bol ve duru olsun inşaallah. Sebebi yazım belki ilginizi çeker... Dikkatinizi fenikelilerden ve biblos yazılarından öncesine ta mö 3000 e götürmek isterim. MAYKOP uygarlığı... Bu gün bilenlerin kabul ettiği en eski resimli yazı ve 700-800 yıl sonrada hecelerden oluşan ilk alfabenin atasının uygarlığı ve Prof Turçaninov un Aşvi dediği halkın kültürü... Fenikelilere yazmayı öğreten halk kafkasyanın yerli otohton halkı aşviler bugünkü abaza adige ubıh ların atasıdır. Bu savların sahibi Turçaninov, yirmi sene çalışıp hazırladığı kitabını maalesef entellektüel kabızlık ve ilk yazının sahibi, yahudilerin atası fenikeliler savını yıktığı için rusyada bastıramamış ve kitabı öldükden sonra arapça basılmış ve oradan Türkçeye çevrilmiştir birleşik kafkasya yayınları . Bu iddaaların ışığında hayatını kafkas dilleri üzerine adamış Ömer Büyüka Şansal Büyüka nın babası Abhaz dilinin dillerin atası ve son tufanın coğrafyamızda koptuğunu ve ilk insanlığın kafkasya dan yayıldığını iddaa eder . Kitaplarını şamil vakfından bulabilirsiniz . Ve şu link deki dr tezi www.circassiancenter.com cc-turkiye tarih 101_tufan_oncesi_kafkas_01.htm sizi çok başka yerlere götürebilir. Bu tez de Seth cabiri in kulelerinin kafkasya girişte olduğu iddaası ilgi çekicidir ve yusuf izzet paşanın homeros ve ilyadanın kafkas destanı Nart ları anlattığını ispat eder. Sakarya ünv de bunun ile ilgili bir dr a tezi var. Bunlar umarım ilginizi çeker.. Güneş ve ışık ile eklemek istediğim yine Turçaninov derki Aşvi halkı Güneş kültüne inanıyordu. Tıpkı Türklerdeki gibi doğanın güçlerine saygı duyuyor . Ana yaratıcıya ANÇA tengri diyorlar güneş tanrısına RA DA diyorlardı ama Türk diye birşey yeryüzünde yokken diyorlardı. Bizler bugün bile mahalli oyunlarımızı oynarken Ra da diye tempo tutar ve kalp atış ritminde tahtaya vururuz . Kötü ruhları kovmak için olabilir belki bu tempo. Dilimiz ile ilgili size Ömer Büyükadan bira örnek vermek istiyorum.. ALA ŞA RA ışık demek hecelere ayırdım anlamanız için ...ışık kelimesini bana hecelere bölüp nereden türediğini anlatabilirmisiniz .... sanırım bulamazsınız . Ama ben size Alaşara nın neden ışık olduğunu ispat ederim çunki siz diyorsunuz yazınızda güneşin tanırısal bir güç olduğunu değil mi. İşte bu tanrısal gücü en güzel abazaca ile anlayabilirsiniz. Şöyle. ALAŞARA ALA göz demek ŞA Kan,hayat demek RA Güneş siz bu anlamları birleştirin ki ışın hayat verdiğini en iyi bu kelime anlatıyor değil mi. Alaşara hayat veren göz . ALA BA Sopa demektir uzağı gören göz anlamındadır ve ilk insan elinde keskin birşey yok iken ve ormanda bastığı yeri açmak için uzağı gören göz demek olan Alaba yı kullanmamıştır. Ve o Alaba ile ateş kalıntısına eli ile dokunamaz iken sopası ile karıştırırken sopası alev almış ve ateşin aydınlatmasını bulmuş olamaz mı . ALA BA ŞA .. Bakın artık siz bile abazaca öğrendiniz ... Alaba ,sopa yani uzağı göre göz demekti değil mi. ŞA yı yukarıda gördük ... kan,hayat demek... sopa ya yani uzağı gören göze kan ve hayat verdiği manası verilir ise ne olur ? Manevi bir sopa olmaz mı... Yani ASA olur değil mi. Asa nın bir anlamı yok ama Alabaşa nın kutsal sopa diye Abazacada bir manası var .... Mesela LAZ kelimesi bir ırkı temsil ediyor ama bana anlamını söyleyemezsiniz ... çunki yok .. Ama Abazaca da var.. ALA neydi ...göz değil mi. Onun LA sını alalım şimdi . Z ise şudur ki. Abazalar gökyüzünün rengine Avönza derler. Burada Avön kelimesi gökyüzü demek eki ise gökrengini temsil eder ve buda mavi değildir o dönemde çunki mavi rengi bizler biliyoruz ve mavi ışığın kırılması ile oluyor ve eski insanlar o renge gökyüzü rengi demiş yani ilahi birşey sanki o renk hani mavi kan neden asaleti temsil ediyor yada bazıları kendilerini neden mavi kanlı görüyor ki bu konular sizin uzmanlığınız. Yani LAZ gökrengigözlüler demek Size bu kadim halkın lisanından örnekler vermek istedim. Konu uzamasın diye Agartha nın ne anlama geldiği ve Şambala nın abazaca anlamları yazamıyorum. Umarım sizi farklı bir pencereden baktırabildim . Altınpost canlar ülkesi abhazya özelinde kafkasya dili ve kültürü ile araştırılmadan. İnsanlık tarihinin gelişimi anlaşılamaz . Saygılar Suha KANDI