Tanrı Bilinci
İnsanlık varoluşundan bu yana hep Tanrı’nın varlığını ve kudretini tartışa gelmiştir. Aradan milyonlarca yıl geçmesine rağmen insanlar hala Tanrı’yı tartışmaya devam etmektedir. Öyle ki bu tartışma hem ilim hem de bilimde ileri gitmiş bireyler arasında olduğu gibi, ilim ve bilimden nasibini almamış kişiler arasında da yapılmaktadır.Bu tartışmalar Tanrı’yı anlamak ve kavramaktan ziyade, Tanrı’ya inanıp, inanmama üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu fikir ve inanç ayrılıkları nedeni ile de farklı dinler ve felsefeler ortaya çıkmıştır.
İnsanlar var olduğu andan itibaren içgüdüsel olarak bir bilinmeyen gücün varlığını hissetmişler ve o günkü anlayış ve kavrayış sistemlerine göre kendilerine bir din çeşidi seçmişlerdir.
Öyle ki başlangıçta bu din ve inançlar o kadar çeşitte, o kadar farklı yorumlarda gelişmiş ki din adı altında yüzlerce inanç sistemleri ortaya çıkmış. Kimileri putlara, kimileri bazı hayvanlara, kimileri doğaya ve kimileri de çok Tanrılı sistemlere inanmış ve tapmışlardır. Bunların hepsinin nedeni, o zamanlar insanların yeterince gelişmemiş olup, kendi iç dünyalarında ve kendi aralarında bu konuyu değerlendirecek bilgiye sahip olmamasındandır. Yeterince bilgiye sahip olmayan toplumlar, o zamanki liderlerinin veya bazı üstün yetenekli kişilerin telkinlerinin peşinde bilinçsizce giderek birçok sözde dinlerin etkisiyle akıl ve mantık dışı uygulamalarda bulunmuşlardır. Bazı toplumlar bu batıl inançlarını sükunetle uygularken, bazı toplumlar da inandıkları Tanrı’larına kurban verme adına bir sürü insanı katletmişlerdir.
Bu din karmaşası tek Tanrılı dinler ortaya çıkana kadar devam etmiştir. Tek Tanrılı dinler ortaya çıktıktan sonra da bu sefer peygamberlere ve kutsal kitaplara göre ayrışma başlamış ve bu dinler Müslümanlık, Hristiyanlık ve Musevilik olarak üç kategoride icra edilmeye başlanmıştır. Bu da yetmemiş, bu dinler de kendi içlerinde mezhep ve tarikatlara ayrılarak yine de bir birlik sağlanamamıştır. Bütün bu üç dinin Tanrısı tek ve aynı olmasına rağmen, yine de insanlar bu ayrıştırmayı yapmışlardır.
Gerçek anlamda din ve inanç anlayışı, bu evreni, evrendeki canlı ve cansız, en küçük zerreden en büyük boyuttaki varlıkları yoktan var eden Tanrı’yı doğru anlamaktan, kavramaktan ve özümsemekten geçer. Eğer bu kıstasın dışına çıkılırsa, din anlayışı, çoğu sonradan insanlar tarafından ortaya konmuş olan birçok ritüelin uygulanmasından öteye gidemez. Tanrı’yı anlamadan, evrenin yaratılışını kavramadan, evrendeki her şeyin, esasında başlangıçtaki tek şeyden, tek bir nurdan ve enerjiden var olduğunu, sonsuz sayıdaki birin gerçekte tek bir olduğunu bilmeden gerçek dinin anlamı kavranamaz. Bu gerçeği bilen ve kavrayan kişiler de başkalarının yönlendirmesine göre değil, kendinin yönlenmesiyle dinini icra eder.
Antik dönemlerden beri ve bugünkü sözde çok gelişmiş olan insan topluluklarında bile hâlâ din anlayışı bir noktaya getirilememiş olup, çok çeşitli din anlayışları ve arayışları sürdürülmektedir. Ne yazık ki bugün dünyada bu kadar bilince ulaşmış toplumlar ve ülkeler arasında yaşanan harplerin ve çatışmaların temelinde din ve mezhep farklılıkları yatmaktadır. Artık insanlar bu din ve sadece yorum farklılıklarından kaynaklanan mezhep inançlarını, saf bir inanç olarak değil, kendi hırs ve ihtiraslı politikalarına alet olarak kullanmaktadırlar. Bu nedenle de bilgisiz saf kitleleri bu çirkin oyunun içerisinde kurban etmekten çekinmemektedirler.
İnsanlar dünya üzerinde var olduğu günden beri, bugün dahi bir inanç ittifakı sağlayamamışlardır. Çünkü insanların beyin yapıları, idrakleri ve bilinç düzeyleri çok farklıdır. Tam bilinç noktasına gelememiştir. Birçok konuda olduğu gibi Tanrı’yı doğru anlayıp, kavramada da insanların bilgileri yetersizdir. Tanrı’ya olan bağlılıkları sadece inanma veya inanmama ile sınırlıdır. Bildikleri de sadece birilerinin kendilerine dikte ettiği öğretilerden ve okudukları kimi doğru, kimi yanlış bilgiler içeren bazı kitaplardandır.
Yakın zamanlara kadar bilim dünyası maddeye yoğunlaşmış olduğu için, sadece hesaplanabilir, laboratuvarlarda denenebilir, çoğunlukla elle tutulup, gözle görünebilen şeylerle ilgilenmiş ve bu uğraşları bilimsel diye kabul etmiştir. Yani somutla ilgilenmiş, soyut olanları bilim dışı kabul ederek bu kavramlar üzerinde durmamıştır. Dolayısıyla Tanrı anlayışı bilimin sınırları dışında kalmıştır. Bu konularda derinlemesine tasavvufçular uğraşmış ve pek çok bulgular da elde ederek bunu insanlarla paylaşmışlardır.
Ancak Kuantum Fiziği ortaya çıktıktan ve atom altına girip oralarda yaşananların bilgisine ulaştıkça ve buradan hareketle atom dünyası dediğimiz mikro kozmos ile evren dediğimiz makro kozmostaki benzerlikleri gördükçe, bilim adamlarının pek çoğu, yıllardan beri kabul etmeye yanaşmadıkları yaratılış fikrini kabul etmeye başlamışlardır.
Asırlardan beri tasavvufçuların ifade edegeldikleri fakat bilim adamlarınca pek ciddiye alınmayan pek çok kavram bugün Kuantum Fiziği verileri ile örtüşmeye başladıkça bilim dünyasında da bir fikir değişimi başlamıştır. Kuantum Fiziğinin ve evren biliminin gelişmesi ve her gün yeni veriler elde edilmesiyle yavaş yavaş bilim ve inanç birliğinin yolu açılmıştır.
Bu nedenle biz de evrendeki bütün varoluşlara bilim ve inanç birlikteliği gözüyle bakmalıyız. İnancı, birtakım insanların kendi yorum ve bilgilerini bize dikte etmelerinden değil, bizim Tanrı’yı ve yaratılışı doğru anlayıp, doğru kavrayarak ve benliğimizde özümseyerek yorumlamalıyız. Bütün ilimler ve bilgiler evrende mevcut olduğu için, bu bilgileri evrenden yakalayıp bize sunan bilimi de, bu yorumlarımızda birlikte kullanmalıyız.
Bu nedenle ben de bazı fikir ve öğrenimlerimi bilim ve inanç birlikteliği ile açıklamaya çalışacağım.
Bilim Açısından Tanrı-Allah
Daha önceki makalelerimde detaylı olarak ve son makalemde de özetle anlattığım üzere, tüm evrenimiz ve bu evrende var olan her türlü canlı ve cansız, zerre büyüklükte ve devasa büyüklükteki her şey, adına big- bang veya büyük patlama dediğimiz bir genleşme ile var olmuştur.
Bilimsel açıklamalara göre yaklaşık 13.7 milyar yıl önce ne yıldızlar, ne galaksiler, ne gezegenler ve ne de içerisinde bulunduğumuz evren diye bir şey vardı. Her şey bir hiçlikten ibaretti. Ortada sadece toplu iğne başı kadar, çok küçük hacimde, sonsuza yakın bir kütle, sonsuza yakın bir sıcaklıkta bir enerji (dini tabirle Nur) vardı.
Takriben 13.7 milyar yıl önce bu enerji-Nur birdenbire çok aşırı bir hızla genişleyerek evrenimizi yaratmaya başladı. Halen bu genişleme ve yaratılışlar devam etmektedir. Genişleme ile birlikte, kendisinden, bu Nur’dan hâsıl olan ve adına parçacıklar dediğimiz zerrecikler de uzaya saçılmaya başladı. Evren genişlemeye devam ettikçe sonsuza yakın bu parçacıklar da çoğalarak evrene yayılmaya devam etti. Bugüne gelindiğinde evrende var olan mikro ve makro ile canlı ve cansız her şey ve bizler bu Nur’dan hasıl olan parçacıkların oluşturduğu atomlardan meydana geldik. Yani o Nur’un tezahürleriyiz.
Bilimin bu tespit ve açıklamasına göre, Tanrı-Allah sadece Nur olarak var olan ve genişleyerek kendisinden hasıl olan parçacıkları, genişleme ile ortaya çıkan evrene salarak bu parçacıklardan evrenimizi ve evrende var olan canlı-cansız her şeyi yaratan tek ve biricik güçtür. Evrende her şeyin var olmasının yapı taşı olan sonsuza yakın parçacıklar bu tek birden hâsıl olmuştur. Sonsuza yakın bu parçacıkların her biri başlangıçtaki tek biri temsil etmektedir. Artık bilimsel olarak da evrenimizin hologram yapıda olduğuna dair bir ittifak olduğuna göre, hologram sistemde hologramın en küçük birimi dahi, hologramı oluşturan ana kaynağın tüm özelliklerini temsil eder. Dolayısıyla her şeyin yapı taşı olan bu parçacıklar da Tanrı’nın-Allah’ın tezahürüdür.
Bizler ve tüm evrendeki canlı ve cansız bütün varlıklar da bu parçacıklardan oluştuğuna göre, Tanrı-Allah evrenin ve bizlerin her zerresinde mevcut demektir. Her parçacığın birbiriyle aynı olduğunu ve birbirlerinin ne yaptığını bildiğini bugün Kuantum Fiziği de teyit etmektedir. Her parçacık da birbirinin ne yaptığını bildiğine, bir parçacığın aynı zamanda iki ayrı yerde bulunabildiğine ve aynı varlık olduklarına göre Tanrı- Allah, her yerde mevcut ve her şeyi her an biliyor demektir. Bizim dini kitabımız Kuran’da da Allah, “ben her yerdeyim, size şah damarınızdan daha yakınım, her şeyi bilirim” demiyor mu?
Asırlardan beri tasavvufçuların dile getirdiği ve kutsal kitapların ifade ettiği bu kavramla bugün Kuantum Fiziği verilerine göre bilimde buluşmuş sayılır.
Sonuçta bilimsel veriler, Tanrı’nın-Allah’ın, big-bang diye ifade edilen, genişlemeyi başlatan ve bu genişleme ile evreni ve evrende bulunan canlı ve cansız, en küçük zerreden, en büyük boyutlara kadar her tür madde ve anti-madde varlıkları yaratan, fakat kendisi izah edilemeyen, ilk baştan beri var olan Nur; bilimsel ifade ile enerji olduğunu göstermektedir.
Tasavvuf Açısından Tanrı-Allah
Tasavvuf öğretisi Müslümanlar arasında, mezhepler ortaya çıktıktan sonra hicri ikinci asrın sonlarında (miladi dokuzuncu asrın sonlarında) yeni yeni yayılmaya başlamıştır. Tasavvufla uğraşanlara sufi denir. Sufi kelimesi yün anlamına gelen ‘Suf’dan çıkmıştır. Sufi kelimesinin Yunanca akıllı manasına gelen Sophos ve Arapça Suffa ve Safa kelimelerinden çıktığını söyleyenler de vardır. İslam’da, mezheplerden önce sufilik diye bir kavram yoktur. Mezhepler çoğalıp geliştikçe sufilik de gelişmiştir.
Bazı nakillere göre, Müslümanlıkta ilk sufi adını alan kimse, Miladi dokuzuncu Yüzyılın ortalarında ortaya çıkmış olan Ebû Hâşim’dir. Ancak bu sufi fazla eser vermediği için çok az tanınan bir kişidir. Ondan daha iyi bilinen ve ilk sufilerden birisi Süfyani Sevri olarak kabul görmektedir.
Bu ilk sufilerden itibaren, daha sonraki yıllarda özellikle miladi 800’lü yıllardan sonra pek çok erkek ve kadın sufiler gelmişlerdir. Bu sufiler çoğaldıkça İslam aleminde bir fikir ve düşünce zenginliği ile tasavvufi ve felsefi bilimlerde büyük gelişmeler olmuştur. Tasavvufi bilgi arttıkça, tasavvufçu çoğaldıkça, ortaya farklı fikirler çıkmaya başlamış ve tasavvufçular arasında kıran kırana tartışmalar olmuştur.
Miladi 800’lü yıllardan sonra sayıları artan sufiler arasında felsefede, edebiyatta, evren biliminde (Kozmoloji) ve tıpta çok ileri gitmiş ve çok ciddi eserler bırakmış kişiler vardır. Türk dünyasında en çok bilinen sufiler başlıca; Farabi, İbn-i Sina, Hallac-ı Mansur, İbnü’l Arabi, Gazali, Abdullah Geylani, Ömer Hayyam, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus gibi öne çıkmış olan yüksek şahsiyetlerdir.
Aynı zaman diliminde yaşamış olan sufilerin kendi aralarında zaman zaman çok ciddi fikir ayrılıkları olmuş ve bu fikir ayrılıkları sonucunda da çok sert tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalar sonucunda pek çok tasavvufi fikirler ortaya çıkmış ve tasavvuf düşüncesi daha da zenginleşmiştir. Bu tartışmaların bazılarında anlaşmışlar, bazılarında da anlaşamamışlardır. Üzerinde en çok tartışılan fakat sufilerin çoğu tarafından benimsenen ve ittifak sağlanan tasavvufi kavram Vahdet-i Vücut deyimi olmuştur.
Vahdet-i Vücut Nedir?
Bu ibarenin Büyük Türkçe Sözlük ‘teki anlamına bakarsak;
Vahdet: Birlik, bütünlük, yekparelik, teklik, Allah’ın bir ve tek olmasıdır.
Vahdet-i Vücut: Bütün mevcudatın (var olanların) Allah’ın zatının, sıfat ve esmasının (isim ve adlarının) tecellileri (görünür olmaları) olduğu, Hakk’ın vücudundan başka bir şeyin varlığının bulunmadığı, bütün var olanların denizin dalgaları gibi mutlak varlık olan Allah’ın zuhurundan (varlık suretinde görünmesi) ibaret olduğu esasına dayanan tasavvufi görüş.
Vahdet-i Vücut düşüncesi ve yaygın bir şekilde konuşulmaya başlanması, damdan düşer gibi tasavvuf sisteminin içine girip birdenbire kabul görmemiştir. Bu konuda uzun süreli tartışmalardan sonra yaygın bir fikir birliğine ulaşılmıştır.
Vahdet-i Vücut ibaresi ilk defa İbnü’l Arabi (Miladi 1164-1240) tarafından Fus?su’l Hikem adlı eserinde I Fas’da “Âdem kelimesindeki ilahlık hikmeti” başlığı altında teferruatlı bir şekilde anlatılarak ifade edilmiştir. Bu anlatımda İbnü’l Arabi özetle şöyle demektedir; “Zorunlu Varlık (Allah), sonradan var olanı (evren ve evrendeki canlı ve cansızlar) özü gereği gerektirmiştir (var etmiştir). Bu durumda sonradan var olan da Zorunlu Varlık (Allah) nedeniyle zorunluluk kazanmıştır. Sonradan var olan, kendisinden ortaya çıktığı varlığa dayandığına göre, zatından (Allah) kaynaklanan zorunluluğun dışında isim ve nitelik gibi kendisine ait her şey de O’nun (Allah) suretine göre olmalıdır. Zattan (Allah) kaynaklanan zorunluluk ise, sonradan olanda bulunamaz.” “Bu nedenle biz O’nu (Allah) görürken kendimizi görürüz. Hak da (Allah) bizi görürken kendini görür.”
Bu ifaden de anlaşılacağı üzere İbnü’l Arabi’ye göre evrendeki her şey Tek Varlık’ın (Allah) çeşitli mertebelerindeki varoluşundan ve görünümünden başka bir şey değildir. Dolayısıyla evrendeki her şey (canlılar, cansızlar, ruhsal varlıklar vs.) ilahi görüntünün yansımalarıdır. Bu yansımaların hepsi de tek Varlık’a dayandıkları için birbirleriyle de ilişkilidirler.
İbnü’l Arabi’den rivayet edildiğine göre Fus?su’l Hikem bir rüyaya dayanarak yazılmış bir kitaptır. İbnü’l Arabi Hicri 627 ve Miladi 1229 senesi Muharrem ayının son gününde Şam’da rüyasında Hz. Peygamber’i görür. Hz. Peygamber elindeki Fus?su’l Hikem adlı kitabı İbnü’l Arabi’ye verir. “Bunu al ve insanlara anlat, ondan faydalansınlar” der. Böylece İbnü’l Arabi bu kitabı rüyasında aldığı şekliyle yayınlar. Bu bilgiye de kitabın orijinalinin önsözünde açıkladığı yazılır. Nitekim benzer şekilde başka kitapları da olduğu rivayet edilir.
Bilindiği gibi dünyaca meşhur medyum Edgar Cayce de uykuya yatarak, rüyasında aldığı bilgilerle pek çok insanın tıbben tedavi edilemeyen hastalıklarını tedavi etmiş ve bir sürü kehanetlerde bulunmuştur. Kendisi cahil sayılabilecek bir kişi olmasına rağmen rüyadayken söyledikleri tıbbi kelimeler kayda geçirildiğinde, bu ifade ve teşhisleri ancak tıp bilgisine sahip kişilerin bilebileceği görülmüştür. Ortada bu örnekler varken rüyada yaşananların ve öğrenilen bilgilerin değeri ortadadır.
Buradan hareketle yüzlerce yıl önce, bilimin bu kadar gelişmemiş olduğu bir toplumda yaşamış olan sufiler, söyledikleri bugün bile geçerli olan bilgilerini rüya ve benzeri ilişkilerle dünya dışı kaynaklardan mı alıyorlardı diye insan düşünmüyor değil. Bunun böyle olduğunu söyleyen kaynaklar da var.
Yukarıdan beri özetlenen ifadelerden görüleceği üzere evrenin yaratılışı ve verendeki canlı-cansız bedenli ve bedensiz her türlü varoluşun ortaya çıkışı ve bunların birbirleriyle ilişkisi hakkında bilim ve tasavvuf benzer ifadeler kullanmaktadır.
Big-Bang’den öncesine tasavvufçular Zorunlu Varlık derken, bilim enerji demektedir. Fakat her ikisi de her şeyin bu güçten ortaya çıktığını ve yaratıldığını kabul etmektedir. Ayrıca tasavvuf ve bilim yaratılan şeylerin, yaratanla ilişkili olduğunu ve yaratanın tezahürü olup, yaratanı temsil ettiğini söylemektedir. Tasavvuf bunu insanın aynadaki görüntüsünü örnek alarak açıklamaya çalışmaktadır.
Gelinen noktada Kuantum Fiziği ve Evren Bilimi (Kozmoloji) geliştikçe, bilim ve inanç birbirlerine daha yaklaşmakta ve bilim-inanç birlikteliği gerçekleşmeye doğru gidiyor demektir.
Yaşar Özkan 18.12.2016
0 Yorum
Yorum Yapın
email adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz *
Yaşar Özkan Hakkında
1932 yılında Nevşehir-Avonos’a bağlı Göynük köyünde doğdu.
İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra, 1950 yılında Tophane Sanat Okulundan ve 1955 yılında da o zaman ki adıyla “İstanbul Teknik Okulu” şimdiki “Yıldız Teknik Üniversitesi” Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu.