Kuantum Fiziği ve Kadim Öğretiler Arasındaki Benzerlikler
Bundan evvelki iki makalemde evrenin ve maddenin yapı taşı olan atomların ve atom altı parçacıkların nasıl ortaya çıktıklarını ve iç yapılarını tanıtmıştım. Bu makalemde atomların bazı özelliklerini pratik olarak açıkladıktan ve bu yapıyı gözümüzün önünde canlandırdıktan sonra, Kuantum Fiziğinde bugün gelinen nokta ile bundan takriben 3.000 - 3.500 yıl önce Kadim Bilginlerinin söyledikleri ve öğretileri arasındaki benzerliklere değineceğim.
Newton teorisinde belirtilenlerin aksine atomlar bölünemeyen sert parçacıklar olmayıp, ağır kütleli bir çekirdek ve bu çekirdek etrafında dönen elektronlardan ibaret bir magnetik enerji paketi oldukları 1930'lu yıllarda ortaya çıkarıldı. Tabii bu buluşla da o zamana kadar bütün evren için geçerli olan Newton teorisi de yerle bir oldu. Sonunda Newton teorisinin ancak dünya üzerinde ve çevresinde geçerli olduğu ve tüm evren için geçersiz olduğu tespit edildi.
Atomun çapı takriben milimetrenin on milyonda biridir (1/10 nm), atomun merkezindeki çekirdeğin çapı ise atomdan on bin kez daha küçüktür. Çekirdek ile elektronlar arasındaki boşluğa UZAY denir. Bu uzay boşluğu ise, atom hacminin % 99,9'dur. Eğer normal bir insanı, o insanı oluşturan atomların çekirdeğine indirgersek ortaya çıkan hacim bir toplu iğnenin başından daha küçüktür. Bugün uzayda var oldukları tespit edilen kara delikler bilindiği gibi güneşimizden onlarca defa daha büyük yıldızların kendi içine çökerek atom çekirdeğinden oluşan çekirdek kütlesinden ibaret yapılaşmalardır. Bu çökme sonucu devasa hacimdeki yıldızlar 15 - 20 km çapına küçülmekte ve yoğunlukları milyarlarca ton / cm³ olmaktadır. Dolayısıyla bu yüksek yoğunluk nedeniyle yakınından geçen her şeyi kendine çekmektedir. Işığı da kendisine çektiği için biz onu görememekte ve ancak yaydığı radyasyondan algılamaktayız.
Bunu başka bir örnekle açıklarsak, mesela bir portakalı dünyamızın çapına büyüttüğümüzü kabul edersek bu portakalın atomları yaklaşık kiraz büyüklüğünde olacaktır. Bu bize atomlar ile atomların oluşturduğu madde arasındaki oranları gösterir. Eğer portakalın kiraz büyüklüğündeki atomunu da dünyanın en büyük kubbesi sayılan Roma'daki Senpiyer Katedralinin Kubbesi büyüklüğüne getirirsek, bu çaptaki bir atomun çekirdeği bir tuz tanesi kadar görünür. İşte bu tuz tanesi ile kubbenin çapı arasındaki % 99,9 boşluktan ibaret olan bu enerji paketinden bizler ve tüm evren oluşuyor. Neredeyse tümüyle boş bir uzaydan meydana geliyoruz.
Biz ve çevremizdeki her şey çoğunlukla boş uzaydan oluşuyorsak, peki o zaman niçin kapalı bir kapıdan veya duvardan geçemiyoruz sorusu akla geliyor. Yani maddeyi ve bizleri sert yapan nedir? İşte maddenin sert, yumuşak, katı ve sıvı olması gibi özelikleri tipik bir Kuantum etkisi neticesinde meydana gelmektedir.
Söz gelimi, uzayın küçük bir bölümüne sıkıştırılmış olan bir parçacık bu sıkıştırılmaya karşı, durmaksızın hareket etmekle cevap verir. Sıkıştırma bölgesi ne kadar dar ve küçükse parçacıkta o kadar hızlı ve çabuk hareket eder.
Atom içindeki duruma gelince; burada iki tane karşıt kuvvet söz konusudur. Bir yandan elektronlar, elektriksel kuvvetler nedeniyle atom çekirdeğine bağlanmıştır. Elektron ve çekirdek arasında bir mesafe oluşmuştur. Öte yandan, söz konusu elektronlar atom içine hapis olmuş durumdadırlar. Bu sıkıştırmaya tepki olarak hareket haline geçerler ve hızlı bir şekilde çekirdek çevresinde dönmeye başlarlar. Elektronlar çekirdeğe ne kadar yakınsalar dönme hızları o kadar yüksek olur. Örneğin normal bir elektron, çekirdeğin çevresinde saniyede yaklaşık 1.100 km (600 mil) hızla dönmektedir. İşte bir atom, söz konusu bu yüksek hızlardan dolayı katı ve sert biçiminde algılanmaktadır. Nasıl yüksek hızla dönen bir uçak pervanesi , düz bir disk gibi görünmesine neden oluyorsa, elektronların atom içinde, çekirdek etrafında çok yüksek hızlarda dönmesi aynı etkiyi doğurur; dolayısıyla tamamına yakını boşluktan ibaret olan atom dolu gibi hissedilir. Yani ortada şaşırtıcı bir Kuantum aldatmacası vardır.
Atom altı parçacıklar ikili bir görünüme sahiptirler. Örneğin biz bunlara nasıl bakarsak onlarda bize öyle görünmektedirler. Yani biz onları bazen parçacık, bazen de dalga biçiminde algılamaktayız. Işıkta da benzer durum vardır. Işık bazen parçacık, bazen de dalga özelliğine sahiptir. Maddenin ve ışığın bu ikili özelliği garip ve çok zor anlaşılır bir durumdur. Bir şeyin aynı anda hem bir parçacık, yani çok küçük bir hacme sahip olan bir varlık, hem de büyük bir uzay alanına yayılabilen bir dalga olabilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez gibi görünse de bu böyledir. İşte bu belirsizlikler "Kuantum Kuramı" adı verilen kuramın doğuşuna yol açmıştır. Işığın aynı zamanda parçacık olarak gelmesine, Einstein Quantolar olarak tabirini kullanmış ve Kuantum Kuramına ismini veren bu ışık quantoları olmuştur. Daha sonra bu quantolar gerçek parçacık olarak kabul edilmiş ve foton diye tanımlanmıştır. Bu fotonlar (ışık parçacıkları) çok ilginç özelliklere sahip olan varlıklardır. Bunların hiçbir kütlesi yoktur, ama hiç durmaksızın ışık hızı ile hareket etmektedirler.
Parçacık ve dalga arasındaki bu karşıtlıktan yola çıkarak, ortaya çıkan yeni açıklamaya göre madde, atom altı düzeylere inildiğinde tam olarak belirli bir kesinliğe sahip olamıyordu. Yani madde daha çok bir yerde bulunma eğilimleri göstermekteydi. Bu nedenle Atomsal fenomenler ( olaylar), belirli zamanlarda ve belirli yerlerde meydana gelen kesin olaylar değil, daha çok belirli oluşum eğilimleri gösteren olasılıklardı. Parçacıklar aynı zamanda birer dalga özelliği gösterdiğinde, bu dalgalar ses ve su dalgaları gibi üç boyutlu gerçek dalgalar biçiminde değil, olasılık dalgası dediğimiz, dalga özelliği taşıyan birer soyut matematiksel çokluktur. Burada olasılık denen şey; incelenen parçacıkların belirli bir uzay ve zaman bölümünde bulunma olasılığını kastetmektedir. Buna bağlı olarak da atom fiziğinde görülen tüm yasalar, olasılıklar yardımıyla açıklanmaktadır.
Atomsal bir fenomenin (olayın) nasıl gerçekleşeceğini hiçbir zaman önceden kesinlikle bilemeyiz. Söyleyebileceğimiz yalnızca bu fenomenin (olayın) hangi olasılıkla medya gelebileceğidir. Kesin sonucu ancak deneyerek tespit edebiliriz.
Klasik fizikte, sert maddeler diye adlandırılan şeyler atom altı düzeylere inildiğinde "olasılık dalgalarına" benzer biçimlere dönüşmektedirler. Ayrıca bu olasılıklar, cisimlerin olasılıklarını değil, onların karşılıklı ilişkilerinin olasılıkları halinde ortaya çıkmaktadırlar.
Yapılan düzeyli ve ciddi çalışmalara göre, Atom fiziği alanında gözlenen parçacıkların, kendi başlarına (yani izole edilmiş varlıklar olarak) hiçbir anlama sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. Bu parçacıklar ancak ölçümler arasındaki karşılıklı ilişkinin bir sonucu olarak kavranınca, bir özellik kazanmaktadır.
DEMEK Kİ; Kuantum Kuramı bize evrenin temel birliğini ve tekliğini gösteren bir model olmuştur. Maddenin derinliklerine inildikçe karşımıza çıkan "temel yapı taşları" değil, bütün parçaların arasında var olan karmaşık ilişkiler dokusudur. Holografik yapının varlığıdır. Tüm evren, her zerresine kadar aynı bütünlüğün ve tekliğin parçasıdır.
1930'lardan sonra atom çekirdeği üzerinde araştırma yapılırken çekirdeğin (+) kutuplu elemanlarının birbirlerini iterek dağılmalarını önleyen "Nükleer Kuvvet" olarak adlandırılan ve çekirdeksel parçacıkları birbirine kenetleyen ilginç bir kuvvet ortaya çıkarıldı. Fizikçiler kısa bir süre içinde, doğada bulunan yeni bir kuvvet türüyle karşı karşıya kaldıklarını fark ettiler. Söz konusu çekirdeksel nükleer kuvvet , atomsal çekirdeğin dışında hiçbir yerde bulunmuyordu. İşin en ilginç yanı da buydu.
Acaba sadece atom çekirdeğinin içinde bulunan bu kuvvet neydi? Fizikçilere göre tarifi yapılamayan adına "Çekirdek Kuvveti" veya "Nükleer Kuvvet" denen bir kuvvet şekliydi. Ama yinede öyle bir kuvvetti ki bu kuvvet olmasa atom olmazdı. Atom olmazsa yaşam ve evren olmazdı. Çünkü bu kuvvet olmazsa (+) elektrik yüklü protonların birbirlerini itmesi sonucu atomlar dağılırdı. Atom olmayınca, molekül olmaz, molekül olmayınca algıladığımız madde olmaz ve yaşam olmazdı. Halen, büyük bir çoğunluğu mistizmi kabul etmeyen materyalist bilim adamları ve fizikçiler nasıl yer çekiminin tarifini yapmıyorlarsa, bu gücün de tarifini yapamıyorlar. Ancak mistisizmciler, Uzak Doğu inançları, Anadolu'nun tasavvufçuları binlerce yıl önce bu gücü kavrayarak adına Tanrı ve Tanrı anlamında çeşitli isimler takmışlardır.
Bugün içinde yaşadığımız şu dönemde kuantum fiziğinin ortaya koyduğu bu gerçeği kavrayabilen insan sayısı çok az olmakla beraber M.Ö 1500 - 1200'lerde Uzak Doğu, Mısır, Babil, Mezopotamya, Güney Amerika ve Anadolu topraklarında bu gerçeği tümüyle kavramış pek çok kişi ve tasavvuf erbabı ortaya çıkmıştır.
Meşhur Fizikçi Fritjof Capra'nın "Fiziğin Tao'su" kitabından alıntılar yaparak yukarıda Kuantum Fiziğinin bize anlattıklarını ve geçmişteki kadim öğreti ve inançları da özetledikten sonra geçmiş insanların bugün Kuantum Fiziğinin bize öğretmiş olduğu bilimsel gerçekleri o zaman zaten biliyor olduğunu daha iyi kavrayacaksınız.
UZAK DOĞU İNANÇLARI (MİSTİZMİ)
Her ne kadar bu felsefeler birbirlerinden farklı diye düşünülürse de, bunlar pek çok detayda ve alt disiplinlerinde farklılık arz etseler de temelde düşünce ve felsefe birliği içerisindedirler. Dünya görüşleri yaklaşık olarak aynıdır. Bütün bu doğu dinsel felsefelerin esası "bilgiyi tecrübeye dayandırmak" ilkesinde yatar. Bu ilke etrafında bazı esneklik farklılıklar olsa da sonuç aynıdır.
Hinduizm'in kurucusu belli değildir. Hedefi gerçekliği doğrudan doğruya ve mistik bir biçimde tecrübe ederek bulmaktadır. Aslında Hinduizm ne tam bir felsefedir ne de tam olarak tanımlanmış bir dindir. Daha çok büyük ve karmaşık sayısız bölümlerden, kültürlerden ve felsefi sistemlerden meydana gelmiş, buna bağlı olarak geliştirilen merasim ve ruhani disiplinlerden oluşmuş ve çok sayıda Tanrı ve Tanrıçalara sahip bir toplum - dinsel organizasyon olarak görülmelidir. Bunların ruhsal kitapları yüce VEDA'lardır. Tanrı olarak kabul ettikleri yüce varlık BRAHMAN'dır. Başlangıcı olmayan ve büyük olandır. Ayrıca hem olanın hem de olmayanın ötesindedir. Çevremizde var olan cisimlerin ve oluşan olayların aslında aynı ve en büyük gerçekliğin farklı yansımaları olarak algılanmasıdır.
BUDİZM'in kurucusu Siddharta Gautama diğer bilinen tarihsel adıyla BUDDHA'dır. Buddha'nın yaşadığı dönemde Çin'de Laotzu (Tao) , Konfüçyüs, İran'da Zerdüşt, Mısır'da Hermes, Yunanistan'da Pithagor ve Heraklitüs gibi düşünürler vardı. Budizm tamamen psikolojik bir yaklaşımla doğanın nasıl olduğu yerine, insanların acıları ve hüsranlarıyla ilgilenmiştir. Bu nedenle Buda öğretileri metafizik konularda değil, tam tersi psikoterapik bir temele dayanmaktadır.
Budizm öğretisi dört yüce gerçek üzerine kurulmuştur. Duhkha, Trişna, Nirvane ve Buddha'nın fikirleri. Bu fikirlerin meydana getirdiği dört maddelik tablo, insanın hastalığını teşhis eden, sonra bu hastalığı tedavi edebileceğini anlayan, nihayet bu hastalığın çaresini tespit eden bir hekimin açıklamalarına benzetilebilir. Bu dört maddeden hareketle, insanlar Buddha'nın durumuna ve bireysel gelişmenin sekiz basamaklı yoluna götürülür.
Bunlardan ilk iki basamak doğru görmek, doğru bilmek; sonraki dört basamak da doğru davranmaya yönelmek, son iki basamakta da doğru bilinçlilik ve doğru meditasyon şeklinde uygulanmaktadır.
Buddha dünya hakkındaki görüşlerini cisimlerin süreksizliği üzerine kurmuştur. Gerçek deneyerek kavranır.
TAOİZM'in kurucusu Lao Tzu'dur. Lao Tzu Konfüçyusla aynı dönemde yaşamıştır.
Konfüçiyanizm daha ziyade akıl ve pratik bilgiye dayalı toplumsal örgütleşme ve aile düzenlerinin geliştirilmesinde etkili olmuştur. Konfiçiyanizm akılcıdır.
Taoizm ise doğanın gözlemlenmesi, doğanın (yani Tao'nun) keşfi ile ilgilenmiştir. Taoistlere göre insanlar mutluluğu, ancak doğal düzene uydukları zaman bulurlar. Bu nedenle insanlar içlerinden geldiği gibi hareket etmeli ve sezgisel bilgilerine güvenmelidirler. Yani akıl yürütme yerine sezgilerine göre hareket etmelidirler.
Taoizm, Hinduizme ve Budizme benzer tarzda akılcı bilgi yerine sezgisel bilgiye önem vermiştir. Akıl yürütmeyi onaylamaz. İnsan aklının hiçbir zaman Tao'yu (Tanrıyı) tam kavrayamayacağını söyler. Akıl yürütme ve fikir tartışması hor görülür. İyi havlamakla iyi köpek olunmaz anlayışı hakimdir. İnsan güzel ve yetkin bir biçimde konuşarak iyi bir bilge olamaz denir. Akıl yürütme, "bir olguyu net olarak kavrayamamış olmanın bir göstergesidir" şeklinde ifade edilir. Taoistler bu dünyaya karşı ilgisizlerdir. Dikkatlerini tamamen doğanın gözlemlenmesine yöneltmişlerdir. Böylece Tao'yu (Tanrıyı) kavramaya çalışmışlardır. Onlara göre Tao akılla kavranamayacak olan kozmik bir güçtür.
Hint felsefesi de, Çin felsefesi de, Tasavvuf felsefesi de neticede bütün olayları birleştiren bir gerçekliğin var olduğuna inanırlar. Bu gerçeklik her şeyin tek oluşudur. Yani dünyada gördüğümüz her şey , temelde var olan "TEKLİĞİN" parçasal dışa vurumundan başka bir şey değildir. Bu gerçekliğe, tekliğe Hinduizm'de Brahman, Budizim'de Dharmakaye ve Taoizm'de Tao denir. Bu gerçeklik tüm kavram ve tasarımları aştığında buna "OLUŞ" denir. "OLUŞ" diye anılan bu şey, tüm nesnelerin TEKLİĞİ ve bütünselliği, yani her şeyi içene alan o büyüklüktür.
Evrenin temel tekliği yalnızca Doğu Mistizminin tecrübe edişinin temel unsuru değil ayrıca ve aynı zamanda modern fiziğin gün ışığına çıkardığı en önemli olgulardan birisidir. Bu TEKLİK önce atom düzeyinde karşımıza çıkmaktadır. Daha sonra atom altı parçacıklar dünyasına dalındıkça, söz konusu TEKLİK daha da belirginleşmektedir.
Atom altı fizik çalışmalarında belirli bir atom altı parçacığının, belirli bir anda nerede olacağını yada atomsal bir olayın nasıl gelişeceğini önceden kesinlikle belirleyemeyiz. Yapılabilecek tek şey olasılıkları tahmin etmektir. Bu durum Kuantum Fiziğinde Olasılıklar olarak ifade edilir.
Atom altı parçacıkların büyük bir bölümü sabit (istikrarlı) değildirler. Yani belirli bir süre sonra kendiliklerinden bozunarak diğer parçacıklara dönüşürler. Fakat bu bozunum süresini kesin olarak önceden belirlemek imkansızdır. Biz yalnızca, belirli bir süre içinde meydana gelecek bozunumun olasılığını, yani başka bir deyişle aynı cinsten çok sayıdaki parçacığın ortalama hayat sürelerini belirleyebiliriz. Bunun aynısı bozunum biçimi içinde geçerlidir. Çünkü istikrarlı olmayan bir parçacık genelde bir çok parçacık bileşimleri oluşacak şekilde bozunmaktadır. İşte bütün bu olasılıkları kestirebilmek için pek çok sayıda deney ve ölçümleme yapmak gerekir. Bu nedenle yüksek enerji fiziği dalında yapılan çarpışma deneyleri ile on binlerce parçacık çarpışmaları sonuçları analiz edilmiştir. Ancak bu şekilde, belirli bir sürecin OLASILIĞI'nı belirleme imkanı ortaya çıkmıştır. Yani Kuantum Fiziği tamamen deneysel sonuçlarla elde edilen tecrübelere bağlıdır. Keza Doğu Mistizmi de deney ve tecrübelere dayalı bir yaşam şeklidir. Bu nedenle Doğu Mistizmi Kuantum Fiziği'nin yaşama geçirilmesidir.
Kuantum Kuramı, evrenin tüm nesnelerinin birbiri ile bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur. Yani evrenin holografik yapıda olduğunu göstermiştir. Doğu Mistizmi de aynı şeyi söylemektedir.
Bugün Kuantum Fiziği ile elde edilen veriler binlerce yıl önce kadim öğretilerle anlatılan şeylerin yaklaşık aynısıdır. Her ne kadar materyalist bilimciler karşı çıksa da bugün artık Kuantum Fizikçileri ile kadim dönemlere ait Uzak Doğu Mistizmcileri de, Mısır, Babil, Güney Amerika ve Anadolu Mistizmcileri de nerdeyse aynı lisanı konuşmaktadırlar.
Kadim öğretiler ile Kuantum Fiziğinin ortaya koyduğu bütün bu gerçekleri ve benzerlikleri en iyi şekilde ifade eden bilim adamı meşhur fizikçi Fritjjof Capra olmuştur. 19. yy'ın tamamı ile 20.yy'ın ortalarına kadar neredeyse bilim adamlarının tamamı, spiritüel yaklaşımı reddederek insanları refaha kavuşturmayı teknolojik buluşlarda ve mekanik kolaylıklarda aramışlardır. Bu yaklaşım insanları refaha götürmek bir yana, alabildiğine eşitsizlik ve dengesizliklere sebep olmuş; dünyanın dengesini ve insanların ruhsal sağlığını bozmuştur. Gelinen bu nokta bir açmazdır.
20. yy'ın ortalarından sonra, sayıları az da olsa bazı yürekli bilim adamları işin spiritüel tarafının da incelenmesine önem vermişlerdir. Bunlardan en önemlileri Prof. D. Bohm ve Prof. Karl H. Pribram holigrafik evren ve holigrafik beyin kavramını ortaya sürerek Kuantum Fiziği gerçeklerinin ışığında binlerce yıl önce kadim öğretilerinin söyleye geldiği şeyleri bilimle buluşturmuşlardır. İsimleri saymakla bitmeyen daha pek çok bilim adamı bilimsel çalışmalarını, spiritüel anlayışla iç içe yürütmektedirler.
Durum onu gösteriyor ki , materyalist bilim tek başına ne kadar gelişirse gelişsin dünyayı refaha götürmek bir yana, süratle dengesizliğe, açlık ve sefalete sürüklemekte, belli güç odaklarının çiftliği haline getirmektedir.
Dünyadaki bazı yetersiz siyasetçilerde bu güçlerin taşeronluğunu yapmaktadır. Mekanik bilim duvara toslamak üzeredir. 21. asrın biliminde spiritüel anlayışında ön plana geçerek, mekanik bilimle kol kola gerçek bir yaratıcılık için hizmet göreceklerinin işaretleri çokça görülmeye başlanmıştır. Burada spiritüellikle yobazlığı bugün dünyada ve ülkemizde din adına yaşanan din dışı rezaletleri kastetmiyorum. Spiritüellik tek tanrıcılık ve ruhsallıktır. Bizim yaşadığımız boyut dışındaki boyutta olan bitendir.
0 Yorum
Yorum Yapın
email adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz *
Yaşar Özkan Hakkında
1932 yılında Nevşehir-Avonos’a bağlı Göynük köyünde doğdu.
İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra, 1950 yılında Tophane Sanat Okulundan ve 1955 yılında da o zaman ki adıyla “İstanbul Teknik Okulu” şimdiki “Yıldız Teknik Üniversitesi” Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu.