Gizemi Çözülmemiş Olan Antik Yapılar - II
Dünyanın Geçmiş Tarihi ile Klasik Tarih Arasındaki Çelişkiler
Bugün Dünya üzerindeki antik kalıntıların günümüze kadar gelen örneklerine baktığımızda, bunların çok eski zamanlarda ve çok gelişmiş toplumlar tarafından inşa edildikleri görülmektedir. Yakın zamana kadar bu kalıntıların yaşları hakkında kesin bir bilgi edinme imkanımız yoktu. Son gelişen teknolojilerle, özellikle Carbon-14 ve Lazer testleri ile çok sağlıklı olarak kalıntıların yaşlarını tespit edebiliyoruz. Bu kalıntılar üzerindeki çoğu şifreli işaretlerden ve göksel bilgilerden hareketle çok gelişmiş bilgisayar programları ve herhangi bir yılda gökteki yıldızların konumu ve hareketleri hakkındaki bilgilerimizle bu göksel işaretleri karşılaştırarak doğru tarihlemeler yapabilmekteyiz.
Bütün bu çalışmalar gösteriyor ki, Dünya’da on binlerce yıl önce pek çok gelişmiş toplumlar yaşamış ve bugünün teknolojisi ile dahi yapamayacağımızı zannettiğimiz devasa yapılar inşa etmişlerdir. Biz bu medeniyetleri sadece inşa etmiş oldukları devasa eserlerden günümüze kadar gelen, üzerine koymuş oldukları işaretlerden ve arkeolojik çalışma sonuçlarından çözmeye çalışıyoruz. Çünkü bu medeniyetlerin çoğu doğal afetler, buzul çağları, tufan ve benzeri felaketlerle yok olup gitmişlerdir. Yok olurken kayıtlarını da koruyamadıkları için bütün o değerli bilgiler de onlarla beraber yok olmuştur. Günümüze kadar gelen kayıtlar yakın bir tarih sayılan Sümer ve Mısır kayıtlarıdır. Bu kayıtlar bile geçmiş tarih hakkında hatırı sayılı bilgiler vermektedir.
Dünya üzerinde yaşanan yıkıcı ve yok edici felaketler sonucu batan, çok gelişmiş bu toplumların felaketten kurtulabilen az sayıdaki insanları, eskiden sahip oldukları o gelişmiş teknolojilerinden yoksun olarak mağaralarda ilkel şartlarda yaşamaya başlamışlar. Ancak buna rağmen bu insanlar, günümüze kadar gelenlerinin ve ilkel insanların yapamayacağı kalitedeki muhteşem mağara resimleri ile bizlere, bazı mesajlar bırakmak istemişlerdir. Muhakkak ki, yüzbinlerce yıl önce mağaralarda yaşayan çok ilkel insanlar vardı. Ancak mağara resimlerini yapanlar bu ilkel insanlar olmayıp, tabi afetlerle yok olan medeniyetlerden arta kalan bir avuç gelişmiş insanlardır.
Bizim geleneksel Dünya Tarihimiz ise, 6 bin yıl önceden yazılmaya başlanmış olup, bu dönemi 9 bin sene önceye ait taş devri olarak zikreder. Geleneksel tarih 9 bin sene önce insanlığın taş devrini yaşadığını yaza dursun, bugün günümüze kadar gelen 15.000 yıl ve daha eski zamanlarda inşa edildiği bugünün teknolojileri ile tespit edilmiş olan devasa eserler Dünya üzerinde dimdik durmaktadır.
Bunlardan birisi ve en ünlüsü Mısır’daki büyük Gize Sfenksidir.
Büyük Gize Sfenksi'i
Mısır’da Gize Piramitlerinin bulunduğu sahada ve piramitlerin yanında, piramitlerden binlerce sene önce inşa edildiği tespit edilen ve günümüze kadar hafif hasarlarla sağlam bir şekilde ayakta kalan Dünya’nın en ünlü anıtlarından biridir.
Yüksekliği 20 , boyu 73,5 ve eni 6 metre olan, som kayadan oyulma, Dünya’daki en büyük heykeldir. Pençelerinin arasında bir tapınak bulunur, yatan aslan biçiminde gövdesinin üzerinde aslan başı yerine insan başı vardır. Tapınaklarının inşaatında kullanılan taş blokların her birinin ağırlığı 200 tondur. Bu taşlar heykel oyulurken heykelin etrafından çıkarılmıştır.
Bu büyüklükteki ve devasa ağırlıktaki taşların kesilerek çıkarılması ve bu taşlarla bu yapıların yapılmış olması herhalde ilkel insanların işi değildir. Muhtemelen bir teknoloji veya iddia edildiği gibi bizim şuanda bilmediğimiz doğa güçleri kullanılmıştır.
Gövdenin aslan biçiminde yapılmış olmasına, aslanın antik Mısır geleneğinde güneşle bağlantılı kutsal hayvan sayılması olduğu iddia edilmektedir. Sfenks, Antik Mısırlılara göre, doğan güneşi ve firavunlar için yeniden dirilişi temsil etmektedir. Yüzü doğuya dönüktür. Bunun sebebi de Güneş Tanrısı RA’yı her sabah doğar doğmaz görmesi içindir.
Aradan geçen uzun zaman içerisinde meydana gelen aşınmalar nedeniyle muhtelif firavunlar tarafından Sfenks’in sayısız onarımları yapılmıştır.
Çölde meydana gelen kum fırtınaları nedeni ile Sfenks uzun yıllar boynuna kadar kum altında gömülü kalmıştır. Hatta Napolyon Mısır’a gittiğinde Sfenks’i tümüyle göremeyip sadece başını görmekle yetinmiştir.
1817 yılında Sfenks’i boynuna kadar örten kumlar temizlenerek tüm vücudu ortaya çıkarılmıştır. Kumlar tümüyle temizlendikten sonra, aslan gövdenin pençeleri arasında küçük bir tapınak olduğu da anlaşılmıştır. Bu tapınakta da bir aslan heykeliyle üç stel (yüksekliği eninden uzun taş üzerindeki yazıt) bulunmuştur. Stellerden bir tanesi Sfenks’in göğsünün önünde bulunuyordu ve M.Ö. 1425’de tahta çıkan firavun 4. Thutmose dönemine aitti. Bu stel Firavun 4. Thutmose’un Sfenks’e yakın bir yerde uykuya dalışı ve Sfenks’de ikamet eden evrenin yaratıcısı Güneş Tanrısı RA’nın bir biçimi olan Tanrı Khepera’nın uykudaki Firavun Thutmose’a Sfenks’i kaplayan kumu temizlemesini söylemesi anlatılıyordu. Buradan da anlaşılıyor ki, Sfenks ilk defa kumlar altında kalmamış, bu olay defalarca olmuş ve zaman zaman kumlar temizlenmiştir.
Thutmose Sfenks’i örten kumları temizlemekle kalmamış, Sfenks’in yıpranan gövdesinde de büyük tamirler yapmıştır. Aşınan Sfenks gövdesini granitle kaplatmıştır. Fakat bu granitler ileriki yıllarda Araplar tarafından sökülerek özel inşaatlarında kullanılmıştır. M.S. 1380 yılında, fanatik bir Arap Şeyhi’nin ve daha sonra da Memlukların Sfenks’i hedef talimi olarak kullanmaları sonucu, Sfenks’in başı hasar görmüş, burnu kırılmış ve sakalı kopmuştur. Bu sakal daha sonra kumlar arasında bulunmuştur.
İddialara göre, Sfenks’in ayaklarının altındaki gizli oda da Atlantis tarihi ile ilgili çok özel bilgiler bulunmaktadır. Ancak var olduğu söylenen bu gizli oda, bugüne kadar keşfedilmemiştir. Mısır Hükümeti de herhangi bir kazı izni vermemektedir.
Sfenks’in Yaşı
Tarih kitapları Gize Piramitlerinin ve Sfenks’in takriben M.Ö. 2500 yıllarında yapıldığını yazar. Bu varsayım uzun yıllar hep böyle kabul edilmiştir. Ta ki, gazeteci ve yazar Graham Hancock 1990 yılında Gize Piramitlerini ziyaret edene kadar… Graham Hancock piramitleri bu ilk ziyaretinden sonra 1993’de piramitleri tekrar ziyaretinde yaptığı uzun araştırmalarından sonra bunların yapılış tarihlerinin çok daha eski olduğunu ve bu inşaatları yapanların çok üstün teknolojiye sahip olduklarını iddia etmiştir. Ona göre bu eserler, çok daha eski kayıp uygarlıklar tarafından yapılmıştır.
Graham Hancock’a ilaveten araştırmacı yazar John Antony West ve eski Mısır Tarihi Uzmanı R. A. Schwaller’de özellikle Sfenks’teki aşınmalardan yola çıkarak, Sfenks’in yaşının tarih kitaplarında yazılanlardan çok eski olduğuna, M.Ö. 10.000 belki daha da eskiye gittiğine inanıyorlardı.
John Antony West Boston Üniversitesinde Jeolog olan Robert Schoch ile 1990 yılında, Sfenks’teki aşınma ve yıpranmaların kum fırtınalarından mı yoksa su baskınlarından mı olduğunu araştırmaya gittiler.
R. Schoch gördüğü durumdan çok etkilenmişti. John Antony West’in su erozyonu iddiasını ciddi bulmuştu. R. Schoch’un yaptığı incelemeye göre, Sfenks’i çevreleyen kireç taşı bazlı gövde yüzeyi, yağmurun yarattığı tipik dalgalı desendeydi. Öyleyse bu nasıl sürekli bir yağmurdu ki Sfenks üzerinde ciddi bir aşınma yapmıştı.
Bunun cevabını da şöyle veriyorlardı; Sfenks’in gövdesinin büyük bir bölümü yer seviyesinin altında idi. Bu durumda eğer Sfenks bugünkü çöl ortamında yapılmış olsaydı, Sfenks’i yapanların kısa bir zaman sonra bu yapının kuma gömüleceğini biliyor olmaları gerekirdi. Buradan da Sfenks inşa edildiğinde Sahra’nın dolayısıyla Gize Bölgesinin hala yeşil alan olduğu ortaya çıkıyordu. Nitekim Sahra’nın bir zamanlar bereketli yeşil bir alan olduğu bilinmesine rağmen bu yeşil alanın ne zaman çöle döndüğü kesin olarak bilinmiyor. M.Ö. 3500 yıllarında çölleştiği tahminleri var.
R. Schoch’un başkanlığında geniş kadrolu bir ekip Sfenks gövdesindeki aşınmanın nereden kaynaklandığına dair araştırmaya başladılar. Eğer Sfenks, Gize ’deki diğer anıtlarla aynı yaştaysa, yakınındaki eski krallık mezarları az aşınmışken Sfenks neden çok aşınmıştır? Bu durumda Sfenks mutlaka çok daha eski olmalıydı.
Yapılan uzun inceleme ve karşılaştırmalardan sonra inceleme ekibi, Sfenks’in gövdesinin ve onu çeviren duvarın suyla aşınmış olduğuna dair izler taşıdığına karar verdi. Ayrıca 183 metre uzaklıktaki eski krallık mezarlarıyla karşılaştırdıklarında Sfenks’teki aşınma, binlerce yıl daha eski görünüyordu. Eski krallık mezarları ve piramitler aynı döneme ait olduğuna göre, Sfenks piramitlerden de binlerce yıl eskiydi. İki Sfenks tapınağında da durum aynıydı. R. Schoch’un hesaplamalarına göre, Sfenks’in tahmini yaşı M.Ö. 7000 ve günümüze göre 9000 yıl idi.
Buna ilave olarak, bilgisayarlar bu tip yıpranma izleri taşıyabilmesi için, Sfenks’in en az bin yıl boyunca, günde 24 saat sağanak yağmur altında kalması gerektiğini ortaya çıkarttılar. Bin yıl boyunca aralıksız sağanak yağmur olasılığının düşük olması nedeniyle, yapılan hesaplamalar Sfenks’in yaşının 10.000 – 15.000 yıl, belki de daha fazla olduğunu gösteriyordu.
Bu kanıtlar henüz genel bilgi haline gelmemiş ve okul kitaplarına girmemiş olmakla birlikte Dünya’da bilinmektedir. Defalarca kontrol edilerek, üzerinde tartışılmış ve bir çok bilim adamı tarafından şüpheye düşülmeyeceğine karar verilmiştir.
Bu tespit tüm Dünya’nın arkeolojiye olan bakış açısını değiştirmeye başlamıştır. Bugüne kadar geleneksel tarih kitapları dünyanın en eski medeniyeti olarak, yaklaşık M.Ö. 3800 yıl önceki Sümerleri göstermekteydi. Ondan öncesinde, gezegenimizin hiçbir yerinde medeniyetin olmadığını, sadece ilkel barbarların yaşadığı anlatılıyordu. Ancak baştan beri izah edildiği üzere, şimdi elimizde 10.000 – 15.000 yıl önce insanlar tarafından yapıldığı tespit edilen bir kanıt var. Bu kanıt geçmiş ile ilgili bütün tarihi bilgileri alt üst etmektedir.
Bugünlerde bilimsel çevreler ilk defa olarak Atlantis denen kıta hakkında farklı bir gözle değerlendirme yapıyor. Tutucu bilim çevreleri Atlantis Medeniyetini kabul etmemekte ne kadar ısrarcı olurlarsa olsunlar artık Atlantis’in bir gerçek olduğu pek çok çevrede kabul görüyor.
Sfenks Dünya’nın en büyük heykelidir. Bu heykel ilkel barbarlar tarafından değil, gelişmiş hem de çok gelişmiş bir medeniyet tarafından yapılmıştır. Üstelik bu Dünya’da tarihsel olarak bildiğimiz bir medeniyet tarafından da yapılmamıştır. Sfenks örneğinde olduğu gibi geçmişte büyük medeniyetlerin var olduğuna dair daha bir çok kanıt vardır. Ancak tutucu bilim ve insanlar bunları görmezlikten gelip sürekli halının altına süpürmektedirler.
1990 yılında ispatlanan Sfenks’in yaşıyla artık Dünya’da 10.000 yıl öncesinde yüksek medeniyete sahip birilerinin yaşadığını biliyoruz. Tutucu bilim ne kadar inkar ederse etsin, bugün bildiğimiz Sümer, Mısır, Maya ve diğerlerinin dışında daha eski olan Atlantis ve ondan daha da eski olan bir Uygur ve Mu Medeniyetleri vardır.
Araştırmacı James Churchward, 15 yıl süreyle inceleyip, çözümünü yaptığı Naakal Tabletlerindeki bilgilerle dört ciltlik bir kitap yazmıştır. Bu kitapta Mu ve Uygur Medeniyetiyle; Mu’dan ve Uygur’dan dünyaya yapılan göçler hakkında aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Ancak tutucu bilim bu bilgileri ciddiye almamıştır.
Geçmişe Bakış
İnsanoğlunun Dünya hayatındaki iniş çıkış dönemlerine bir göz atarsak, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor;
1. Mitolojik Çağlar (Tanrı Oğulları) (1. Nesil)
2. Mu Medeniyeti (2. Nesil)
3. Atlantis Medeniyeti (3. Nesil)
3.1. M.Ö. 10.000 ila 10.500’de Atlantis’in batmasına neden olduğu söylenen büyük tufan
4. Tufan sonrası bugünkü insanlığın başlangıcı ve çeşitli medeniyetlerin ortaya çıkışı (4. Nesil)
4.1. M.Ö. 1600’lerde yaşanan felaketler ve tabi afetler nedeniyle Ege’de Minos Medeniyetinin yok oluşu.
5. Hz. Musa’dan bu yana gelen nesil ve tek tanrılı dinlerin hakimiyeti (5. Nesil)
5.1. Bizler bu neslin devamıyız.
5.2. 19. Yüzyılda sanayi devrimi başlangıcı
5.3. 20. Yüzyılda artan yozlaşma ve insani değerlerin dibe vurması
5.4. 20. Yüzyılın sonunda demir çağının sona ermesi ve 21. Yüzyılın başlaması
5.5. Gelecekte, 2012 sonlarında beklenen büyük afetler
6. 2012’den sonra Altın Çağın başlangıcı (6. Nesil)
6.1. Kozmik ve evrensel bilimin hakimiyeti
7. Altın Çağın Yaşanması (7. Nesil)
Yukarıdaki hususlar insanlık tarihinin, bu konuyla ilgilenen çevrelerin tespitleridir.
Mukaddes kitabımız Kuran’da ;
Mumin Suresi (40/60)
Ayet 82 “Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonu nice olmuş diye bakmıyorlar mı? Öncekiler bunlardan sayıca daha çok, kuvvetçe daha zorlu ve yeryüzündeki eserler bakımından daha üstün idiler. Ama kazanmış oldukları şeyler kendilerine hiçbir yarar sağlamadı”
İfadesini kullanmaktadır.
Gerek tarihsel gerçekler, gerekse din kitaplarının belirttiği üzere Dünya üzerinde, bugünkünden çok daha gelişmiş toplumlar gelmiş geçmiştir. Hal böyle iken yazılı tarihimizin bunları göz ardı ederek, halen bu gelişmiş toplumları ilkel toplumlar olarak aktarması bir yanılsama ve hatadan başka bir şey değildir. Ancak arkeoloji bilimi ve arkeolojide uygulanan teknolojiler geliştikçe gerçekler su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bu işlerin aydınlatılmasına gönül vermiş olan bir çok bilim adamının ve araştırmacıların gayreti ile daha bilinmeyen pek çok gerçek su yüzeyine çıkarılacaktır. Belki o zaman insanlık tarihi daha gerçekçi yazılacaktır. Bugünkü tarihi bilgiler yüzeyseldir ve yetersizdir.
İddia edildiğine göre, Mısır’da kumların altında gömülü ve keşfedilmeyi bekleyen, çok eski ve bizce henüz varlıkları kesin olarak ispatlanamayan kaybolmuş medeniyetlere ait kalıntılar bulunmaktadır. Eğer bu kalıntılar ortaya çıkarılabilirse Atlantis’in bir zamanlar var olduğuna dair büyük ipuçları elde edilecektir.
Devasa Antik Yapıları Kimler Yaptı
Beheri 200 - 300 tonluk taş blokları kesip çıkaran ve bu devasa taş bloklarla Sfenks ve benzeri yapıları inşa eden kişilerin Atlantis kökenli kişiler olduğunu iddia eden bir kesim vardır.
İddiaya göre, Atlantis batmadan çok önce bir kısmı Mısır’a, bir kısmı da Güney Amerika’ya göç eden Atlantisli uzmanlar Mısır’daki ve Güney Amerika’daki o muhteşem yapıları inşa eden, piramitlerin hesabını ve projesini yapan kişilerdir. Bu kişiler astronomide, mühendislikte ve diğer bilimlerde çok ileri düzeyde idiler. Bunlardan öğrendikleri bilgiler ile Mısırlılar ve Mayalar kendi piramitlerini ve muhteşem mabetlerini yapmışlardır. Bütün bu yapıların temel inşaat malzemesi o günün koşullarında insan gücüyle kaldırılamayacak ağırlık ve hacimdeki 2,6 tondan 300 ton ağırlığa varan taş bloklardı. Üstelik bu taş bloklar çok uzaktaki ocaklardan hatasız bir şekilde kesilip, biçimlendirilerek iş yerine taşınıyor ve piramitlerde olduğu gibi 140 metre yüksekliğe kadar kaldırılıp yerine konuyordu. Ayrıca Mısır’da bunlar bir de Nil Nehrini geçiyordu. Bugüne kadar yapılan araştırmalarda bu işlerde kullanılan vinç ve benzeri hiçbir kaldırma aracı kalıntısına rastlanmadı ve böyle bir kaldırma sisteminin varlığı da kanıtlanamadı. Bu işlerin nasıl yapılabileceğine dair bir sürü tutarsız teoriler ortaya atıldıysa da bunların hiç birinin uygulama yönü yoktu.
Öyleyse bu işler nasıl yapıldı sorusu tartışmaya açıldı ve halen tartışılıyor. Tartışmanın en çok öne çıkanı ise, bu insanlar doğa güçlerini kullanmayı biliyorlardı ve bu devasa inşaatları yaparken bu doğa güçlerini kullanmışlardı.
İçinde bulunduğumuz bu dönemin insanları olan bizlerin tamamına yakını beynimizin sol bölümünü kullanmaktayız. Onun içinde bu dönemin insanları olarak matematik, fizik ve madde biliminde çok gelişmiş olmakla beraber, sanatta ve birlikte konsantrasyonda eski insanların çok gerisindeyiz.
Antik dönemin insanları ise, çoğunlukla beynin sağ bölümünü kullanıyorlardı. Beynin sağ bölümünü kullananlar daha ziyade solak olmalarının yanında edebiyatta, sanatta ve birlikte konsantre olmakta ve doğaya yakın olmada sol beyinlilerden daha ileride idiler. Bu nedenle konsantrasyon yoluyla beyin güçlerini birleştirerek yüksek enerjiler üretebiliyorlardı. Ayrıca doğanın sırlarına erişebilecek ezoterik (içsel, gizli, batıni) bilgilere de sahiptiler. Bu özelliklerini kullanarak özel manyetik alanlar yaratarak, büyük kaya bloklar üzerindeki yer çekimi kuvvetini yok edip, koca blokları bir tüy gibi istedikleri yatay ve dikey mesafeye çok rahat bir şekilde taşıyabildikleri iddia edilmektedir.
Bugün nasıl elektrik ve elektronikte Dünya çağlarının en gelişmiş dönemi yaşanıyorsa, o zamanda ses dalgalarının yüksek enerjiye dönüşümünde ve yüksek teknolojilerde kullanılmasında çok ileri düzeyde olunduğu söylenmektedir. Nitekim bu tip teknolojinin kullanılarak taştan yapılma, boğazı neredeyse iki parmak genişliğinde, karın kısmı çok geniş, et kalınlığı ışığı geçirecek kadar ince olan ve yapımı M.Ö. 5000’lere kadar gidebilen sürahi kalıntıları bulunmuş olup bunlar Mısır’da müzelerde bulunmaktadır. Günümüzde ses dalgaları, daha yakın zamanlarda sismik araştırmalarda, sonar cihazlarında ve tıbbi cihazlarda kullanılmaya başlanmış olup, söylenenler doğru ise, antik döneme göre daha çok ilkel bir noktadayız. Antik dönemin insanlarının ses dalgalarını özel frekanslarda yöneten bir nevi polis copları gibi asalara sahip olduklarını ve bu asaları hem dokunarak, hem de sesle kumanda ederek en ağır işleri bile kolayca yaptıkları ve mucizevi hizmetler gördükleri araştırmacılar tarafından iddia edilmektedir. Tıpkı Kuran’da bahsi geçen Hz. Musa’nın asası ile ortaya koyduğu mucizeler gibi.
Doğa güçlerini kullanmadan, önce bu doğa güçlerinin varlığına inanmak lazım ki; bu güçleri kullanmanın yolları araştırılıp bulunsun. Eğer günümüz biliminde olduğu gibi bu doğa güçlerine inanmaz ve soyut kavramlar diye reddederek dışlarsanız materyal bilimin dışına çıkamazsınız. Biliminizi sadece madde üzerinde yoğunlaştırarak o istikamette gelişmeye devam edersiniz bugünkü duruma gelirsiniz. Bir tarafta refah sağlayayım derken diğer tarafta toplumun dengesini bozar, Dünya’da zenginler, yoksullar, açlar ve toklar diye farklı yaşamlar doğmasına sebep olursunuz. Aç gözlülükle hunharca çevreyi kirletir, deniz ve kara yaşamının süratle yok olmaya doğru gidişine hizmet edersiniz. Doğanın temiz enerjilerine ulaşamayıp, fosil yakıtlara bağımlı olarak ve üretimi sınırlama yerine gittikçe daha teşvik ederek hava, kara ve deniz nakil araçları üreterek her geçen gün karbondioksit emisyonunu hızlandırarak küresel ısınmayı körüklemeye devam ederseniz fazla değil, en geç iki nesil sonra Dünya üzerindeki insanlığı ve Dünya’yı da yok edersiniz.
Dünya’daki bu sözde gelişmişliğin ortaya koyduğu tablodan şuan Dünya’nın büyük bir kesimi huzursuz olduğu gibi, Dünya’nın kendisi ve Dünya yaşamı da huzursuzdur. Neredeyse canlı ve cansızı ile can çekişiyor noktasına doğru gidiyor. Dünya’da bir tür canlı olarak geçmişte defalarca olduğu gibi kendini yenileyecek ve yenilerken de kendisine bu kötülükleri yapan toplumlardan intikamını alacaktır.
Bu yenileme sonunda mutlaka, farklı insan ve canlı yaşamları ortaya çıkacaktır. Bunların hiçbirisi komplo teorileri değildir. Aklı başında vicdan sahibi bir çok bilim adamının çığlıklarıdır.
Ancak Dünya’yı yöneten sözde demokrasi havarisi tamamına yakını vizyon sahibi olmayan yöneticiler bu gidişe karşı gözlerini ve kulaklarını kapattıkları ve kendi geleceklerine odaklandıkları için bu gidişatı maalesef iyi yönetememektedirler. Gerek bilimimizin, gerekse yönetimlerimizin materyalist zihniyetleri nedeniyle geldiğimiz nokta budur. Geleceğin daha iyi olacağına dair tünelin ucunda da olsa bir ışık görülmemektedir.
Bu anlayıştan çıkışın tek yolu, antik dönemlerde olduğu gibi bilim ve inancın birbirini dışlamadan birlik olmaları ve bilimimizin biraz da soyut değerlere önem vererek doğa güçlerinden yararlanmaya yönelik araştırmalara da ağırlık vermesidir. İnançlı olmanın dinle, dini uygulamalarla bir alakası yoktur. Dünya’da dinlerin ne hale geldiğini görüyoruz. Bugün dinler artık bir gerçek inanç olmaktan çıkmış, özellikle cahil insanları kullanma ve yönetmede bir araç haline gelmiştir.
1 Yorum
Yorum Yapın
email adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz *
Yaşar Özkan Hakkında
1932 yılında Nevşehir-Avonos’a bağlı Göynük köyünde doğdu.
İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra, 1950 yılında Tophane Sanat Okulundan ve 1955 yılında da o zaman ki adıyla “İstanbul Teknik Okulu” şimdiki “Yıldız Teknik Üniversitesi” Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu.
bence gizemin fazlası var!