Biz Kimiz?
İnsanın, yani bizim kim olduğumuzu irdelemeden önce, içinde bulunduğumuz bu devasa evrenimiz hakkındaki bazı bilgilerimize göz atarak, bizi ortaya çıkaran oluşumları özetleyelim.
EVRENİN OLUŞUMU
Bilindiği üzere bilimsel tespitlere göre bundan 13,7 milyar yıl öncesinde evren diye bir şey yoktu, her şey bir hiçlikten ibaretti. Bu hiçlik anında sadece toplu iğne ucu kadar, sonsuza yakın kütleli ve sonsuza yakın sıcaklıkta bir oluşum vardı. Bu oluşuma bilim enerji paketi, mistikler ruh diyorlar.
13,7 milyar yıl önce bu sıfır noktasından, adına Big-Bang dediğimiz bir genişleme ile evren ve zaman oluşmaya başladı. Bugün fizik bilimi, bu evrenin oluşmaya başladıktan sonra ilk 10-43 saniye sonrasının fizik yasalarını ve işleyişini biliyor. Fakat 10-43 saniye öncesinde ne olup bittiğini bilmiyor. Bu döneme ait ne olduğunu ve fizik kurallarını öğrenebilmek için CERN’ de sürekli deneyler yaparak bu belirsizliği de açığa kavuşturmaya çalışıyorlar.
Başlangıç anından itibaren çok hızlı bir şekilde genişleyen evrende, genişlemeye paralel olarak, başlangıçtaki sonsuza yakın sıcaklık düşmeye ve kütle küçülmeye başladı. Sıcaklık 1013 Kelvin derecenin (0 0C = 273,16 K ) altına düşünce, kuarklar ve kuarkların üçlü gruplar halinde birleşmesiyle proton ve nötronlar oluştu. Böylece her varoluşun temel unsuru olan parçacıklar oluşmaya başlamış oldu.
Evrenin sıcaklığı bir milyon Kelvin dereceye düştüğünde proton ve nötronlar bir araya gelerek atom çekirdeklerini oluşturmaya başladı. İlk oluşan atom çekirdeği 1 protondan oluşan Hidrojen çekirdeğidir. Hidrojenden sonra oluşan atom çekirdeği ise 2 proton + 1 nötrondan oluşan Helyum çekirdeğidir.
Big-Bang’den itibaren 380.000 yıl geçtikten sonra sıcaklık 3000 Kelvin dercesine düştükten ve evrende elektronlar ve fotonlar arasında bir denge oluştuktan sonra daha önce oluşmuş olan Hidrojen ve Helyum atom çekirdekleri serbest halde dolaşan elektronları yakalayarak Hidrojen ve Helyum atomlarını oluşturdular. Böylece tüm gök cisimlerinin oluşumunun kozmik tohumları atılmış oldu. Bu atomların birleşmesi ile Hidrojen ve Helyum molekülleri ve bu moleküllerin birleşerek büyük hacimler oluşturması ile de yıldızlar meydana geldi ve bu yıldızlarda gruplaşarak galaksileri oluşturmuştur. Daha sonra yıldızların ömrünü doldurup parçalanmaları veya çarpışmaları sonucu kopan parçalardan da gezegenler meydana gelmiştir. Bizim üzerinde yaşadığımız dünya gezegeni de trilyonlarca gezegenden birisidir. Yani evrende var olan canlı ve cansız her şey Big-Bang’le ortaya çıkan ve bir enerji olan parçacıkların yoğunlaşmış halidir.
Buraya kadar kısa bir özeti verilen evrenin oluşumu, bilimin tarifidir.
EVRENİN İŞLEYİŞİ
Evrende var olan tüm yıldızların, galaksilerin, gezegenlerin ve canlıların temel malzemesi parçacıklar ve parçacıklardan oluşan atomlardır. Bu parçacıklarda artı elektrik yüklü ve eksi elektrik yüklü olmak üzere iki gruba ayrılır. Artı ve eksi elektrik yüklü parçacıklar bir araya geldiklerinde birbirini yok ederek enerjiye dönüşürler. Bu enerjide bir süre sonra bölünerek tekrar artı ve eksi parçacıklara dönüşür.
Bu parçacıklarda tekrar birleşerek birbirini yok ederek tekrar enerjiye dönüşürler. Bu döngü hep böylece devam eder gider.
Artı elektrik yüklü parçacıklar maddeyi, eksi elektrik yüklü parçacıklarda anti maddeyi temsil ederler.
Bu parçacıklar o kadar enteresan ki, gözlendikleri zaman parçacık şeklinde, gözlenmedikleri zaman ise dalga şekline dönüştüğü, yani yok olduğu tespit edilmiştir.
1982 yılında fizikçi Alain Aspect, Jean Dalibard ve Gerard Roger yaptıkları deneyle elektronların ve fotonların belli koşullar altında, aralarındaki mesafe ne olursa olsun her an birbiriyle aynı davranışta olduklarını keşfettiler. Yani aralarında mesafe binlerce kilometre veya daha fazla olsun, her bir parçacık diğerinin ne yaptığını biliyordu. Bunun anlamı, ya bu parçacıklar arasında ışık hızından çok çok daha yüksek hızda bir iletişim vardı, ya da bu parçacıkların bulunduğu mekan dışı bir mekanla bağlantılı olduğu ortaya çıkıyordu. Bu tespit bilim adamlarınca da kabul edildi. Prof. Bohm bu haberleşmenin nedeninin aralarındaki bir sinyalden kaynaklanmadığını ve onların ayrı ayrı varlıklar olmadığına inanıyordu. Prof. Bohm’a göre “tüm parçacıklar holografik yapıdaydı. Tüm evrenin yapı taşları bu parçacıklar olduğuna ve evren bu parçacıklardan meydana geldiğine göre evrenin tümü de holografik yapıdaydı. Dolayısıyla bizler, diğer canlılar ve cansızlar, yıldızlar, gezegenler hepimizin yapı taşları aynı parçacıklar olduğuna göre hepimiz ayrı şeyler olmayıp aynı şeyleriz ve aynı maddeden yapılmışız” diyordu Prof. Bohm.
1940’lardan itibaren Prof.Karl H.Pribram ve Karl Lashley’in müştereken yaptıkları çalışma ve deneyler sonucu beynin hologram yapıda olduğu tespitinde bulundular. 1970’lere kadar uzanan bu çalışmalar sonucu Prof. Pribram ve Prof. Bohm’un çalışmaları bir arada düşünülüp yorumlandığında şu sonuç ortaya çıkıyordu: “Beyinlerimiz, temelde başka boyutlardan, uzay ve zamanın ötesindeki daha derin bir varoluş düzeninden yansıyan frekansları yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır. Beyin, holografik bir evrenin içerdiği bir hologramdır.”
Bu tespite göre “bizim içinde yaşamaya alıştığımız ve algıladığımız anlamda bir dünya yoktur. Bizim dışımızdan gelen bir dalga ve frekans okyanusu vardır. Bu dalgalar girişimini, frekansları, hologram beyinlerimiz bize dağlar, nehirler, canlı ve cansızlar ve bizim gördüğümüz nesnel varlıklar olarak dönüştürmektedir.
Yani gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve bizatihi bizler kendimizde birer gerçek olmayıp başka bir hologramdan yansıyan hayali nesneleriz. Yani bizler başka bir hologram görüntüye bakan kimseler değil, o hologramın parçalarıyız.” deniyor.
Prof. Einstein ve Prof .Stephen Hawking de benzer şeyleri söylüyorlar.
HOLOGRAMIN BAZI ÖZELLİKLERİ
• Bir hologram filmini binlerce parçaya bölsek bile, bölünen her parçada dahi filmde görülen bütünün üç boyutlu halini görürüz.
• Yani en küçük ve en son parça bile ilk bütünün özelliklerini taşır. Aynı bütünü her parçada görürsünüz.
• Sonsuz sayıdaki birler, başlangıçtaki tek biri temsil eder.
• Bir mekandaki, her türlü bilgiyi ve görüntüyü değişik açılarda aynı filme en küçük detayına kadar kaydedebilirsiniz.
• İstediğiniz zaman kaydettiğiniz açılardaki ışık altında bu bilgi ve görüntülerin tümünü görebilirsiniz.
• Hologram her türlü detayı kusursuz kaydeder.
• Hologramın en mühim özelliği, bir nesne orada olmadığı halde oradaymış gibi göstermesidir. Yani illüzyon yaratmasıdır.
• Eğer bazı şeyleri göremiyorsanız onun kayıt kotlarını bilmediğiniz içindir.
• Kotlarını bilmediğiniz için görmediğiniz şeylere yok diyorsunuz. Aslında o orada var.
• Sonsuz sayıdaki bir, tek birin tezahürüdür.
• Beyinlerimiz dışarıdan mesaj almaya açık olduğuna göre, neden başka boyut veya gezegenlerde bulunan çok gelişmiş zekaların üretip, dünya yüzeyine bıraktığı üstün yeteneklere sahip, kendi kendini çoğaltabilen, ancak sınırlı yetkileri olan, dışardan müdahale ile kontrol edilebilen birer yapay zeka robotlar olmayalım.
İNSANIN EVRENDEKİ KONUMU
Yukarıda izah etmeye çalıştığım holografik evren anlayışına göre biz gerçek miyiz? Yoksa bir hologram görüntüden mi? ibaretiz veya çok özel üretilmiş yapay zeka mıyız? Bu görüş ve düşünceler tartışıla dursun..
Eğer biz bir illüzyon veya yapay zeka değil de gerçek isek, ne tür varlıklarız? Hangi vasıflarımız ve yeteneklerimiz var? Gerçekte üstün zekalı ve her türlü bilgiye erişebilme, her şeyi görme, duyma, algılama ve tatma yeteneğine sahip miyiz? Şimdi bu yönlerimizi irdeleyelim.
İnsan doğarken, görme, duyma, dokunma, tatma ve algılama yetenekleri ile teçhiz edilmiş olarak dünyaya gelir. Daha anne karnındayken oluşmuş olan DNA’larına yüklenmiş olan programlar ve bu programların beyin dediğimiz, elektrik ve kimyasal yolla çalışan, devasa kapasite ve hızdaki doğal bilgisayarlara aktarılması ile insan yaşamını sürdürür.
Beynimiz, beş duyumuzdan aldığı komutlarla ve DNA’mızın yönlendirmesi ile çalışarak, bize gördüklerimizin, duyduklarımızın, tattıklarımızın, dokunduklarımızın ve algıladıklarımızın yorumunu yapar. Bizim düşünmemizi ve fikir oluşturmamızı sağlar. Bu fikirlerden de insanın yaratıcılık vasfı ortaya çıkar. Yaşam tarzı çeşitlenir.
İnsan beynine kumanda eden ve beynimizin operatörleri sayılan ve beyni harekete geçiren bu beş duyumuz ne kadar gelişmiş ve ne derece yetenekli operatörler ki beyin denen bu bilgisayarı çok verimli çalıştırabiliyor olsunlar. Eğer bilgisayarı kullanan operatör çok bilgili ve yetenekli ise o bilgisayardan en yüksek verimi alır. Benim gibi amatör bir bilgisayar kullanıcısı ise o bilgisayardan ancak sınırlı bilgi alabilir.
Biz insanlar beş duyusu belli sınırlar içinde çalışan, belirlenen sınırlar dışında bu duyuları hiçbir işe yaramayan varlıklarız.
Bu beş duyumuzdan en güncel olanı görme duyumuzdur. Görme ise çoğunluğun zannettiği gibi gözde gerçekleşen bir olay olmayıp, güneş ışınlarının bir cisme çarpıp, o cisimden göze yansıyan ışınların gözün retinasında elektrik enerjisine çevrilerek, beynimizin görme merkezine gönderilmesi ve beynimizin de bu elektrik akımlarını yorumlayarak, kafamızın arkasındaki zifiri karanlıktaki bölgede görüntüyü oluşturarak, sen şu şekli görüyorsun diye bir yorumda bulunmasıdır. Yani burada ne gördüğümüzü söyleyen gözümüz değil beynimiz, daha doğrusu beynimizin yorumudur. Esasında biz bir şey görmüyoruz. Beynimiz sen şunu görüyorsun diye bir yorumda bulunuyor, biz o yoruma inanıyoruz. Eğer bir ağaca bakarken, beynimiz yanılıp bir ev görüntüsü gösterseydi, biz ağaca değil eve baktığımızı sanacaktık. O zaman gördüklerimizin gerçek olduğuna nasıl inanacağız? Hologram beyin ve hologram evren iç içe olduğuna göre beyinlerimizde oluşan bu görüntülere evren içindeki herhangi bir merkezden müdahale edilmediğinden nasıl emin olacağız? Keza tüm evreni de bu yolla gözlemliyoruz.
Görüntü, belli frekanslardaki ışığın cisimlere çarparak göze yansıması ile oluştuğuna göre, biz o konuda ciddi sınırlamaya tabiyiz. Evrende var olan ışıkların çok azını görebiliyor, çok büyük bir bölümünü göremiyoruz. Göremediğimiz ışık huzmelerinin görüntüleri ve renkleri nasıl bir şeydir onları bilmiyoruz. Gördüklerimiz var olanların çok küçük bir bölümüdür.
Elektromanyetik spektrumdan da görüleceği üzere, uzaydan gelen ışınlar çeşitli dalga boylarındadır. Biz sadece Güneş’ten gelen 400nm* (nanometre) ile 700nm* arasındaki dalga boylarına isabet eden tayf renklerini ve onun türevlerini görüyor, onun dışında kalan dalga boylarını göremiyoruz. Eğer o ışınları da görebilseydik bugün gördüğümüz renkler belki de bize farklı renkler halinde görülecekti. Farklı dalga boylarını görebilen canlılara, belki bizim gördüğümüz renkler daha başka görünüyor olabilir. Söz gelimi arılar 100 nm dalga boyundaki ışınları görebiliyorlar.
Eminim ki aynı objeyi biz ve arılar farklı renklerde ve farklı boyutlarda görüyoruzdur. Görme konusunda biz sadece Güneş’ten gelen ışınların oluşturduğu objeleri görmek için yetkilendirilmişiz. Diğer ışınların oluşturduğu objeler bize gösterilmiyor. Bu nedenle gördüğümüz hiçbir şey gerçeğin ta kendisi değil, sanal görüntülerdir, beynin talimatlarıdır.
Keza duyduğumuz seslerde belli desibel değerleri ile sınırlıdır. Algılarımız ve kokularımız da sınırlıdır. Bir köpeğin duyduğu hassasiyette bir sesi duyamıyor, onların algıladığı şeyleri algılayamıyoruz. Bir kurt ve diğer hayvanlar kadar koku duygumuz gelişmemiş.
Neticede biz beş duyusu sınırlandırılmış ve ona göre yetkilendirilmiş, sadece üç boyutu ve zamanı algılayabilen, diğer boyutları algılayamayan, sınırlı duyularımızın yeterliliği oranında beyinlerimizi de sınırlı kullanabilen varlıklarız. Dünya dediğimiz şu açık hava hapishanesinde belirlenmiş sürelerle ve sınırlandırılmış yetkilerle yaşama mahkum edilmiş kişileriz. Belki de çok gelişmiş ama dışarıdan kontrol edilebilen yapay zeka robotlarız.
Bing-Bang’ı başlatan ve bilimsel olarak nasıl bir şey olduğu açıklanamayan, sadece enerji paketi diye açıklanan, mistisizme göre de evreni yaradan Tanrı ve ruh olarak algılanan bu büyük güçten açığa çıkan parçacıklar tüm evreni ve bizleri oluşturduğuna ve bu parçacıkların holografik yapıda birbirleri ile sürekli ilişkide bulunduğuna göre, neden evrendeki bazı merkezlerin holografik yapıdaki beyinlerimize müdahale ederek bizleri yönetiyor olmasın? Beyinlerimiz sınırlı beş duyumuz ve DNA’larımızla yönetilirken, neden dışarıdan bazı müdahalelere muhatap olmasın?
Kuantum fiziğinin ortaya çıkmasıyla bütün bu olasılıklar tartışılır hale gelmiştir. Kuantum fiziği, sicim teorisine göre evrende 11 boyut olması öngörülürken biz zaman dışında bu boyutların sadece 3 adedini algılıyor ve onun içinde yaşıyoruz. Evrende trilyonlarca gezegen varken, evren içinde bir toplu iğnenin ucu kadar, belki de daha az yer tutan bizim gezegenimizde sınırlı kapasitelerle yaşayan bizler nasıl evrendeki üstün varlıklar olabiliriz. Eğer bize dışardan bazı müdahaleler yapılıyorsa bu kapasitemizle bunları nasıl önleriz.
Halen zirvede olan bilimimiz ve yüksek teknolojilerle üretilen gözlem araçlarımızla evreni incelerken pek çok yeni bilgiler öğreniyoruz. Ancak bu gözlemlerimizle gördüklerimizi 3 boyutlu ölçeklerimizle ve sınırlı algılarımızla değerlendiriyoruz.
*1nm=milimetrenin milyonda biridir.
Yani evrende sadece 3 boyutlu yapıların görebildiklerimizi görüyoruz. 3 boyutun dışında, daha yüksek boyutlarda var olan oluşumları ve yaşamları göremiyoruz. Görmemiz de mümkün değil.
Daha kendi Güneş Sistemimizin dışına bile çıkamadığımız için, başka Güneş Sistemlerinde ne tür oluşumlar olduğunu bile bilmiyoruz. Eğer o Güneş Sistemlerin de daha üst boyutlar da ve üstün teknolojilere sahip yaşam varsa, biz onlara gidemesek bile pekala onlar bize gelebilir, belki de geliyorlardır. Boyut farkından dolayı frekanslarımız uyuşmadığı için biz onları göremiyor olabiliriz.
Biz 3 boyutlu yapımız itibari ile, tümüyle bilmediğimiz ve algılayamadığımız şeyleri sorgulamak yerine peşinen reddetmeyi tercih ederiz. Mesela halklar arasında varlığı yaygın bir kanaat olan ve görüldükleri sürekli iddia edilen UFO’ları bile sorgulamak yerine, inkar edip, reddedişimizin nedeni de budur. Halen evrende görebildiklerimiz, göremediklerimizin çok ufak bir dilimini teşkil etmektedir. 3 boyutla sınırlı olmamız nedeni ile Kuantum Fiziğinin olması gerektiğini söylediği diğer boyutlarda olan biteni görmemiz mümkün değildir. Ancak akıl yoluyla yorum getirebiliriz.
BU GEZEGEN ÜZERİNDEKİ GELECEĞİMİZ
İnsanlar yukarıdaki özelliklerinin yanında yüksek egoya sahip ve bencilliği ön plânda tutan birer biyolojik varlıklardır. Bu nedenle de şu anda eriştikleri refah düzeyini korumak, hatta daha ileriye götürmek ve güç elde etmek için yaptıkları faaliyetlerle dünyayı ve dünya yaşamını adım adım felakete götürmektedirler.
30 yıldan buyana üzerinde tartışılan dünya nüfus artışı ve adım adım ilerleyen küresel ısınmaya halen kesin bir çözüm bulunamadığı için dünya yaşamı tehlikeli bir hal almaya başlamıştır.
1830’larda başlayan sanayi devrimi ve insanlığın refahı için üretilen enerji, ısınma ve kara, deniz, hava araçları tüketimleri hep fosil yakıtlar üzerinden kurgulandığı için, bu yakıtların tüketiminden ve artan nüfusun ve diğer canlıların teneffüsünden ortaya çıkan ve havaya salınan CO2 (Karbondioksit) oranı, her sene ivmelenen bir hızla artmakta ve buda insan eliyle yaratılan bir küresel ısınmaya ve bunun sonucunda da iklim değişikliklerine sebep olmaktadır.
Ancak dünyayı yönetenler doğa bilimcisi olmayıp, çoğunluğu dar görüşlü ve sadece siyasete odaklı, iktidar hırsının esiri oldukları için adım adım gelen felaketi yeterince değerlendirememekte ve doğa felaketlerinin yok etme gücünü kavrayamamaktadırlar
Birleşmiş Milletler araştırmalarına göre halen dünya nüfusu Aralık 2017 itibari ile 7,6 milyar olup bu asrın sonunda 11,2 milyar olacağı hesaplanmaktadır.
3 Aralık 2017 itibari ile atmosferdeki CO2 miktarı 407,06 ppm (1 milyon m3 hava içinde 1m3 CO2) olup her yıl yaklaşık 2,5 ppm artarak devam etmektedir. Bu artış hızının sabit kalması halinde asrın sonunda (83 yıl sonra) yaklaşık 615 ppm değerine ulaşacaktır. Bunun anlamı atmosfer 4,5 - 5 C0 ısınacak ve Antarktika buzlarının büyük bir bölümü ile Grönland ve diğer kara buzlarının tamamı eriyecek, deniz seviyeleri çok yükselecek, Antarktika’nın da tümüyle erimesi ile 70m yükselecektir. Bu yükselmenin yanında, oluşacak şiddetli fırtınalar nedeniyle çok yüksek seviyedeki dalgaların etkisiyle kıyılardan çok içerilere kadar tuzlanacak arazilerde yaşam olmayacak, besin bitkileri yetişmeyecek ve dünya nüfusunun %25 den fazlası yok olacak, arta kalanlarda ülkelerin iç kesimlerine göç edecektir. Artan nüfus ve bu artışa paralel olarak daralan tarım alanları nedeni ile zaten çok zor şartlarda yaşayan iç kesim halkları, sahillerden gelen bu göçü tolere edemedikleri için, ülkeler için dünya çapında iç kargaşalar yaşanacak, kara buzullarının erimesi ile su kaynakları da kuruyacağı için insanlar içme ve kullanma suyuna ulaşamayacaklardır. Bütün bunlar bir araya geldiğinde dünyada insanlığın varoluşundan bu yana en büyük kıyım olacak, yaşamak için insanlar birbirini öldürecek, belki de yamyamlaşacaktır. Eğer büyük bir gökcisminin dünyaya çarpıp, dünyayı yok etmesi gibi bir olay yaşanmazsa bu tablo, eldeki mevcut göstergelere göre, insan yaşamının dünya üzerinden yok oluşunun göstergeleridir. Eğer kısa zamanda fosil yakıtları devre dışı bırakacak, yoğun miktarda, zararsız yeni enerjileri bulamazsak kaçınılmaz tablo budur. Eğer bu yeni bulunacak enerjilerin devreye girişi çok uzarsa, zaten geri dönülmez noktaya gelineceği için bu buluşlarında faydası olmayacak kaçınılmaz sonuç yaşanacaktır.
Halen dünya ülkeleri büyük bir hırs ve yoğunlukta kalkınma faaliyetinde bulunuyorlar ki, bu faaliyetler sonucu her yıl enerji ihtiyacı %10’un üzerinde artıyor. Son yıllarda üretimi artarak devam eden güneş ve rüzgar enerjisinden üretilen elektrik şimdilik bu yıllık artışı bile karşılamıyor.
Güneş santralleri çok yer kapladığı için, zaten çok daralmış tarım alanları nedeniyle, nihayet bununda bir yapılabilirlik kapasitesi vardır. Çözüm güneş ve rüzgar dışında başka temiz kaynaklardan da enerji üretebilmenin yolunu bulmaktır. Aksi halde her gün yenisi bulunan fosil yakıtlardan tümüyle kurtulmanın yolu yoktur. Bu asrın insanları refahlarından vazgeçmeyip mevcut faaliyetlerine devam ettikleri taktirde, insanlığın dünya üzerinden yok olması kaçınılmazdır. Halen insanlar kendi kendilerini yok etme yolundadırlar.
Bu görüntüye ve trende göre maksimum gelecek asrın sonuna kadar dünya üzerinde insan varlığı diye bir şey kalmayacak, az bir miktarda güçlü insan topluluğu kalsa bile onlarda buzulların eridiği, yaşanabilecek sınırlı alanlara sahip kutup bölgelerinde yaşayacaktır.
Yani insanlığın sonunu insan kendi getirecektir. Prof. Stephan Hawking gibi bilim adamları bu gerçeği gördükleri için, insanların bir an evvel başka gezegenlere giderek nesillerini orada devam ettirmesini ısrarla öneriyorlar.
YAŞAR ÖZKAN
Makine Mühendisi
1 Yorum
Yorum Yapın
email adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz *
Yaşar Özkan Hakkında
1932 yılında Nevşehir-Avonos’a bağlı Göynük köyünde doğdu.
İlkokulu köyünde tamamladıktan sonra, 1950 yılında Tophane Sanat Okulundan ve 1955 yılında da o zaman ki adıyla “İstanbul Teknik Okulu” şimdiki “Yıldız Teknik Üniversitesi” Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu.
O zaman ALLAH ın OL demesiyle sonsuz kısa zamanda bizim için yarattığı kaderi seyrediyoruz ruhumuzla.